4 Kasım 2014 Salı

6 Sıradan Bir Hayat - 19.Bölüm


(ASHLEY)

Gözlerimi açtığımda her tarafımın uyuştuğunu hissediyordum. Başımı kaldırıp baktığımda Brandon’ın hala uyuduğunu gördüm. Gülümseyip elimi yanağında gezdirdim. Hafif çıkmaya başlayan sakalları avucumun içini gıdıklamıştı. Başımı tekrar yastığıma koydum, daha fazla kıpırdanıp Brandon’ı rahatsız ederek uyandırmak istememiştim.
Bir süre sessizce yerimde yattım. Güneşin ışıkları perdelerin kenarlarından sızarak içeriye girmeye başlamıştı. Sanırım dünden beri deliksiz uyumuştuk ikimizde. Merakla kolumdaki saate baktığımda altıya geliyordu. Başımı yana çevirip Brandon’a baktım. Huzurumun ve mutluluğumun tek sahibi olan adam... Saçları dağılmıştı ve dudaklarında bir gülümseme ile uyuyordu. Yan döndüm ve Brandon’ın kollarına sokuldum. Brandon yerinde kıpırdandı uyandı mı diye baktığımda gözleri kapalıydı; ama oda hafifçe yan döndü ve kollarını belime doladı.

Uyku mahmurluğuyla, “Ashley?” diye fısıldadı.

“Şşş! Uyu…”

Sözlerime karşılık derin bir iç çekti ve uykuya daldı yeniden. Ama ben dalamadım. Sanırım uykumu almıştım ki uyuyamazdım da zaten. Fakat yerimden kıpırdama gibi bir niyetimde yoktu. Rahattım, sevdiğim adamın kollarındaydım. Daha ne isteyebilirdim ki?

Ne kadar süre böyle kaldım bilmiyorum. Zamanı da merak etmedim zaten. Bu şekilde keyfim yerindeydi, sadece acıkmıştım ve açlığa da dayanabileceğimi düşünüyordum, ama her zaman keyfimi bozan bir şeyler çıkardı, yine çıkmıştı.

Israrla Brandon’ın telefonu çalmaya başladı. Brandon kıpırdandı ama uyanmadı, uyandıysa da buna dair bir işaret göstermedi. Bir süre sonra telefon sustu ama ardından tekrar çalmaya başladı. Brandon’ın kollarından sıyrıldım ve telefonu aldım ceketin cebinden. Amacım açmaktı Brandon’ı rahatsız ederek uyanmasını istemiyordum, ama arayan Bay Rosewood’du. Açamazdım bundan dolayı yatağın kenarına geldim ve Brandon’a seslendim.

“Brandon, George Rosewood arıyor,” diye fısıldadım. Brandon gözlerini aralayıp bana baktı ve elini kaldırıp elimden telefonu aldım.

“Efendim George?”

Sesindeki sitemli tonu fark etmiş olmama rağmen başımı önüme eğip yatağın kenarına oturdum ve konuşmasının bitmesini bekledim.

“Tamam, bu hafta sonuna mı ayarladınız?” diye konuşmasını devam ettirirken arada çıkardığım cümlelerden sanırım hafta sonu için plan yapılmıştı ve Brandon’da bu plana dâhildi. Anlaşılan Brandon’la ayrı bir hafta sonu geçirecektik. Ama yine de olsun! Sonucunda kabul edene kadar anlayışlı olacaktık öyle demiştik.

Brandon iç çekerek, “Tamam, görüşürüz,” diyerek telefonu kapattı.

Gülümseyerek başımı çevirdim. Telefonu yatağın yanındaki komedinin üzerine koydu ve yana kayarak kolunu uzattı. Yüzümden silinmeyen gülümsememle yanına yattım. Başımı omzuna koydum, bir kolumu göğsüne koydum. Brandon’da boşta olan elini göğsündeki elimin üzerine koyup parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi. Diğer eliyle de saçlarımı okşamaya başladı. Arada saçlarımı parmaklarının arasına alıyordu, arada da eli belime iniyordu.


“Hafta sonu George ve diğerleri şehir dışındaki kasaba evine gidecekler. Ne dersin bizde gidelim mi? Değişiklik olur,” diye konuyu açtı ama ben ‘biz’ kısmında kalmıştım. Başımı kaldırıp şaşkın bir şekilde baktım ona.

“Biz mi?”

“Evet, Betie özellikle George’dan seni de davet etmesini istemiş.”

Şaşkınlığım sadece yüz ifademden değil sesimden de kendini belli ediyordu. “Beni mi?”

“Bu kadar şaşırmana gerek yok sevgilim. Evet, seni de davet ettiler.”

Şaşkınlığımı daha fazla belirtmemek için başımı tekrardan Brandon’ın omzuna koydum. Beni çağırmış olmalarına inanmadım. Altında başka bir şey aramalı mıydım emin değildim.  Bu kadar çabuk kabul görmeyi beklemiyordum. Kabul etseler de aralarına bu kadar çabuk alabilecek olmalarına anlam verememiştim.

“Ben gelmesem? Sadece sen gitsen?”

“Sen gelirsen giderim aksi takdir de gitmiyorum Ashley. Hafta sonumu seninle geçirmek istiyorum. Hem endişe etmene gerek yok. Her şey harika gidecek güven bana.”

Brandon koynuna biraz daha sokularak sığındım kollarına,  derin bir iç çekerek, “Peki, tamam. Sana güveniyorum,” diye fısıldadım.

Saat dokuza kadar o şekilde kaldık. Sessizce birbirimizin kollarında uzandık yatakta. Ama ikimizin de midesi daha fazla boş duramayacak seviyeye gelince kalkıp hazırlandık ve otelden çıkışımızı alıp kahvaltı yapmak için bir yerlere gittik, neredeyse bütün bir gün aç kalmanın ardından yemek yiyecek olmak... Kendimi kıtlıktan çıkmışım gibi hissetmeme neden oldu.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra direk eve gittik. Hazırlanmak için… Diğerleri zaten oradalarmış ve Brandon’da bugünden gitmek istediği için acele bir şekilde eve gittik. Brandon küçük bir spor çantasına kendi için gerekli olabilecek bir şeyler koyarken ben yatağın üzerine oturdum onu izledim. Yedek bir kot, üç tane tişört ve bir eşofman takımı, pijamalarını da koyduktan sonra lazım olabilecek kişisel eşyalarını da koydu çantasına. İşini bitirdikten sonra çantayı alıp kapının kenarına koydu ve bana döndü. Tek kaşını kaldırıp bakarak konuştu.

“Neden hazırlanmıyorsun?”

“Ben hala emin değilim. Yani sanki hep bir şey olacakmış gibi geliyor,” dedim itiraf edercesine içimdeki karmaşayı. Brandon anlayışla yanıma geldi ve yanıma yatağa oturdu. Elini elimin üzerine koydu ve gözlerimin içine baktı.

“Endişelerin tamamen yersiz... Her şey yolunda gidecek ki gitmemesi içinde bir sebep de yok.”

“Dosyalardan ne çıktı Brandon? Ne çıktı ki birden fikirleri böyle değişti?” diye içimdeki meraktan kurtulurcasına sordum aklımdaki soruyu.

Derin bir nefes alarak bakışlarını ellerimize çevirdi. “Babam kaza olmadan önce kalp krizi geçirmiş, otopside bu çıkmış ve koruluk kameraları tarafından çekilen kasette babanın kazada tamamen suçsuz olduğu görünmüş. Bunca yıldır hep babamın öldürüldüğünü düşünmüştüm, düşünmüştük. Ama yanılmışız!”

Yanına yaklaşıp kollarımı beline dolayarak sarıldım. Dudaklarını saçlarımda hissettiğimde gülümsedim.

“Üzgünüm Ashley. Her şeyi detayları ile başında öğrenmem gerekirdi, ama ailemi kaybetmeyi bile kaldıramamışken dava ile ilgilenmek benim için çok zordu. Bırakmamalıydım davanın peşini. Eğer zamanında öğrenseydim böyle olmazdı her şey. Beni gerçekten affedebilecek misin Ashley?”

Sözleri bitene kadar bekledim. Bittiğinde ise başımı kaldırdım ve dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım. Dudaklarındaki kıvrımdan, gözlerindeki aşk pırıltılarından, saçlarıma değen hızlı nefeslerinden… Bunlar ile sarhoş olmak ve mutluluğu yaşamak varken bitirmek imkânsızdı. Elimin tersi ile Brandon’ın bana sunduklarını reddetmezdim ki ret edecek kadar da güçlü değildim.

“Sence orada hava nasıl olur?” diye sormamın üzerine kahkaha attı.

“Akşamları soğuk oluyor ki oldukça ıslak bir iklimi var. Tedbirli olmak iyidir.”

Brandon’ın kollarından çıkıp dolaba yöneldim, Brandon’da kendi eşyalarını koyduğu çantayı yerden alıp yatağın üzerine koydu ve fermuarını açtı. Bende Brandon’la orantılı bir şekilde bir kot, eşofman takımı, iki kısa kollu bir de uzun kollu tişört koydum. Diğer gerekli olacak ufak tefek eşyalarımı makyaj çantamın içine koydum ve onu da kol çantama koydum. Arkamı döndüğümde Brandon çantayı eline almış ve kapıya yönelmişti.

“Hemen çıkmasak?” dedim sorarcasına, Brandon şaşkın bir vaziyette arkasını döndü ve dudaklarından tek bir soru döküldü kaşları yukarıya doğru kalkarken.

“Neden?”

“Bir duş alsam ve hazırlansam... Çok kötü görünüyorum, bu şekilde gitmek istemiyorum.”

Brandon güldü ve başını sallayarak onayladı ardından çanta elinde odadan çıktı. Bende hızla banyoya girdim. Sıcak bir duş aldım. Neden bilmiyorum ama kendimi üşümüş hissetmiştim. Sıcak su ise iyi gelmişti. Duştan çıktıktan sonra hemen havluya sarılıp odaya geçtim ve üzerime giyinmek için siyah kot, üzerine koyu mavi kısa kollu bir badi çıkardım ve üzerimi giyindim. Saçlarımı kuruttum ve düzleştiriciyi elime aldığımda Brandon’ın sesini duydum.

“Bence bu şekilde kalsın. Saçlarının dalgalarını seviyorum. Düz saçlı Ashley, bana çok resmi ve soğuk geliyor.”

Başımı ona çevirdiğimde omzunu kapını eşiğine dayamış, kollarını göğsünde birleştirmişti. Gülümseyerek bakıyordu bana. Yorumuna alınmış gibi kaşlarımı çattım ama sonra önemsizce omuz silktim ve sözlerini kabul edercesine elimden düzleştiriciyi bıraktım.

“Tamam, dediğin gibi olsun. Soğuk geliyormuş,” diye söylenmeyi de ihmal etmedim elime fön makinesini alıp da saçlarımı kuruturken.

“Saçlarının dalgalı olması hoşuma gidiyor. Hadi hızlı ol bir an önce yola çıkalım. Akşam yemeğini orada yeriz.”

Brandon’ın göz kırpıp odadan çıkmasına güldüm. Dalgalı saçlarım hoşuna gidiyormuş. Harika o zaman, bende dalgalı kullanmaya çalışırdım! Fön makinesiyle iyice belirginleştirdim dalgalarını. Eğer hoşuna gidiyorsa bizde hoşuna gideni yapardık. Makyaj yapmakla uğraşmadım, onunla da vakit kaybedersem Brandon problem çıkarabilirdi.

Çantamı omzuma takıp odadan çıktım. Merdivenlere geldiğimde Brandon’ın duvara yaslanmış kolundaki saate bakıyordu. Bende refleks olarak saatime baktığımda öğlen bir olmuştu. Akşam yemeğine yetişirdik çok uzak olduğunu sanmıyordum. Tam merdivenlerden bir basamak inmiştim ki Brandon seslendi.

“Ashley hadi!”

Başını kaldırıp yukarıya baktığında beni karşısında görünce birden yüz ifadesinden şaşkınlık oldu, ama sonra gülümsedi ve kapıya doğru ilerledi. Beyaz, kenarları siyah şeritli spor ayakkabılarını giydi. Bende ayakkabılıktan lacivert babetlerimi çıkardım. Ama yanıma yedek olarak beyaz sporlarımı da almak amacı ile çıkardım ve poşete koyup hazırladığımız çantaya koydum. Daha sonra da evden çıktık. Brandon bana da anahtar verdiği için kendi anahtarımla kapıyı kilitleyip anahtarı çantama attım.

Brandon ile beraber asansöre doğru ilerledik. Garaja gittiğimizde Brandon kapıları açtı ben ön koltuğa otururken o da çantayı garaja koydu daha sonra sürücü koltuğuna oturup kemerini takıp arabayı çalıştırdı.

Yola çıkalı bir saati aşkın bir süre olmuştu. İkimizde sessizdik. Aramıza herhangi bir konuşma olmamıştı. Aklımdaki sorular, endişelerim her geçen an daha da artıyordu ve geriliyordum, olabilme olasılığı olan şeyler için. Gerçi ne olabilirdi ki onlar davet etmişlerdi ve Brandon’da gelmem konusunda azıcık baskı yapmıştı. Bende kabul etmiştim bu kadardı.

Hayır, bu kadar değildi.

Her an her şey olabilirdi bunu çok yaşamış ve görmüştüm. Fikirler değişkendi ve bunun sonucunda iyi görünenler kötü olabilirdi.

Yanımızdan hızla geçen ağaçlara bakıyordum. Ağaçların hızlı geçişi gibi yaşadıklarım geçiyordu gözümün önünden… Brandon’la olan güzel anlarımızın yanında son zamanlarda yaşadığımız gerilim derin bir iç çekmeme neden oldu.

“Sevgilim gevşe biraz,” diye Brandon’ın sesiyle dikkatimi dağıldı ve başımı Brandon’a çevirdim.

“Efendim?” Sesim şaşkın ve masum bir tonda çıkmıştı. Brandon gülümseyerek direksiyondan bir elini çekti ve kucağımda birleştirdiğim ellerimin üzerine koydu. Hafiften sıkarak konuştu.  “Diyorum ki rahatla biraz. Güven bana Ashley. Her şey yolunda gidecek.”

Derin bir nefes aldım ve gülümseyerek başımı salladım. Bir elimi elinin altından çektim ve elini ellerimin arasına aldım. Göz kırpıp önüne baktı. Yine sessizce yola devam ettik. Ama Brandon sessizlikten sıkılmış olmalı ki elini ellerimin arasından çekti ve radyoyu açtı. Ayarlı kanallarından birinde kalarak müziğin arabanın içini doldurmasını sağladı. Başımı koltuğun arkasına yasladım ve etrafımı inceleyerek vakit öldürmeye karar verdim. Belki böylece düşüncelerimden kurtulabilirdim.

“Sevgilim hadi geldik,” Brandon’ın sesiyle gözlerimi araladım, kaşlarımı çattım biraz ve başımı çevirip etrafıma bakındım.

“Uyuyan güzel, uyanma vakti.”

“Üzgünüm, aslında uykum yoktu, neden uyuduğumu anlayamadım,” dedim açıklayarak ama Brandon eğlenmiş gibi görünüyordu benim bu şaşkınlığımdan.

“Uyuman iyi oldu yersiz şeyler için endişelenmekle vakit kaybetmedin.”

“Pekiyi yol arkadaşı olamadım.”

Brandon bana doğru eğilerek dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktı. “Varlığın bile yetiyor bir tanem.”

Gülümseyerek arabadan indik. Brandon bagajdan çantayı alırken bende etrafı inceledim. İki bina vardı. Brandon iki katlı alt katında boydan camları olan bir binanın önüne park etmişti arabayı. Ev çok modern görünmenin yanında eski dönemlerin havasını taşıyordu. Boydan camlar modernliğinin ve bahçenin modern dekorunun yanında mimarisi eski dönemleri anımsatıyordu. Bahçenin peyzaj mimarları muhtemelen evin bu havasına paralel olarak bahçeyi dekor etmişlerdi. Çünkü bahçede bile eski dönemlerin izleri vardı.

Diğer bina ise biraz daha ileride duruyordu. Onun da etrafı camdı ama içerisinin karanlık olmasından dolayı pek bir şey görünmüyordu. Ama o binanın da önüne etrafı çiçeklerle süslenmiş, arnavut kaldırımları ile döşenmiş bir yol uzanmıştı. Çiçekler baharın gelişiyle açmaya başlamıştı. Oluşturdukları renkli görüntü sanki masal dünyasında gibi hissettiriyordu.

“Orası Betie’nin serası. Çiçeklerle ilgilenmeyi oldukça sever. Buraya yılda altı yedi sefer gelirler. Hem tatil hem de dinlenmek amacı ile. George burayı ilk aldığında harabe gibiydi ama Betie’ye evlilik yıldönümü hediyesi olarak burayı vermeyi düşününce her şeyi baştan onun isteyeceği türde yaptırdı. Bulunduğumuz zamana ayak uyduran ama 1900’lerin havasını taşır bir şekilde,” diyerek açıklarken belime sarıldı ve boynuma öpücük kondurdu.

Hayranlığımı sesime yansıtarak cevap verdim, “Gerçekten muhteşem bir hediye…”

“Hadi gel bizi bekliyorlar akşam yemeği için.”

Brandon’ın kapıya doğru yönlendirmesi ile yürümeye başladım, ama her adımımda biraz daha geriliyor, gerildikçe de Brandon’a biraz daha sokuluyordum. Brandon tedirginliğimi anlamış olmalı ki ona sokulmama karşılık güven verircesine belimdeki eliyle beni daha da sarıyordu. Kapıya geldiğimizde tam zile basacaktı ki elini çekti ardından bana baktı. Gülümsemesi güven verici ve kendinden emindi. Belimden elini çekti ve çenemi tutarak dudaklarımdan öptü. Ardından gülümseyerek dudaklarımızı ayırdığında zile bastı. İçeriden kapıya yaklaşan ayak seslerini duyuyordum ve içeriden konuşmalar olduğu da uğultulardan belliydi.

Kapı bir hizmetli tarafından açıldı. Kadın gülümseyerek Brandon’a baktı ki Brandon’da beni şaşırtacak bir şekilde davranarak kadına yanaştı ve yanağına bir öpücük kondurdu kadın karşılığında kıkırdadı.

Brandon yüzüne çekici bir gülümseme yerleştirmişti ama gözleri haylazca bakıyordu. “Sizin geldiğinizden haberim yoktu Bayan Misery.”

“Sizin gibi haylazlarla uğraşacak birinin olması lazım. Hoş geldiniz efendim.” Kadının bakışları bana döndüğünde gülümsemeye devam ediyordu ama Brandon’a gösterdiği yakınlığı bana göstermemişti. Sadece nezaketen gülümsediği belli oluyordu. Umursamamaya çalıştım ve bende nezaketen gülümseyerek başımla selam verdim. Brandon’ın beni çekiştirmesiyle içeri girdik. Elindeki çantayı kapının sağ tarafında bulunan merdivenin oraya bıraktı ve benim elimden tutarak, birazda güven verici bir şekilde sıkarak içeriye doğru yürümeye başladı. Bende peşinden yürüyordum.

Salona girdiğimizde herkes oturmuş gülümseyerek ve kahkahalar atarak sohbet ediyorlardı. Bizim geldiğimizi ilk olarak Lisa fark etti. Bana gülümsedi ve göz kırptı ardından yanında oturan Charles’ın omzuna elini koydu. Charles başını Lisa’ye çevirdiğinde Lisa bizi işaret ettiğinde Charles bize baktı. Gülümseyerek ayağa kalktı.

“Neyse ki batırdıkları toparlayabiliyorsun Brandon,” dediğinde iğneleyici ses tonunu fark etmiştim ama sebebini anlamadım. Brandon ile aralarında nasıl bir muhabbetten ötürü böyle bir ses tonu kullandı bilmiyorum ama Brandon’da altta kalmadı.

“Çözüm yolları üretmekte başarılıyımdır Charles. Her ne kadar başta batırsam da…”

Charles yanımıza yaklaştı ve Brandon ile sarıldı. Kulağına bir şeyler fısıldadığını duydum ama ne dediğini anlamadım. Derin bir nefes aldığımda Charles önüme geldi ve göz kırparak elimi sıktı. Ardından Lisa geldi bana sarıldı ve aynı şekilde Brandon’a da sarıldı. Charles ve Lisa gibi Lucy aynı şekilde sıcak karşıladı bizi. Sarıldılar ve yumuşak bir ses tonu ile hoş geldin demeyi ihmal etmediler. Ama onlarla aramın zaten iyi olduğu düşünülürse bu tarz bir karşılamaya şaşırmadım. Benim en çok çekindiğim ve endişe duyduğum Bay ve Bayan Rosewood’un nasıl karşılayacaklarıydı.

“Hoş geldiniz. Bizi kimse tanıştırmadı. Ben Betie Rosewood. George’un eşiyim,” dedi Bayan Rosewood konuşarak ve yüzündeki hafif gülümsemeyle bize yaklaşarak.

“Bende Ashley Grench. Tanıştığımıza sevindim Bayan Rosewood.”

Üzerimdeki tedirginlik devam ederken Bayan Rosewood’un samimi gülüşü ve sıcak bakışları beni biraz da olsa rahatlatıyordu. “Lütfen Betie de bana. Bende çocukların sana seslendiği gibi Ashley diyeyim olur mu? Aramızdaki bu resmiyeti kaldırmış oluruz.”

“Peki, nasıl isterseniz…” diyerek gülümsedim. Brandon’ın elinin elimde gevşediğini hissettiğimde başımı çevirip ona baktım. Bana gülümsüyordu.

“Merhaba Bayan Grench. Hoş geldiniz!” Bay Rosewood konuşmaya girdi ve biraz bize yaklaştı.

“Merhaba Bay Rosewood. ”

Betie, eşinin resmi ve mesafeli tavrına inanamazmış gibi baktı ardından başını sallayarak onun yanına gitti bir kolunu kocasının beline dolarken diğer elini de göğsüne koydu. “Ahh, hayatım hadi ama, Ashley artık Brandon’ın nişanlısı bizim ailemizden sayılır aranızdaki bu resmiyeti kaldır lütfen.”

Bay Rosewood gülümseyerek eşine baktığında birbirlerine olan aşkları bu bakışlarda akıyordu sanki. Tanımayan birine bile o kadar belirgin bir şekilde yansıtıyorlardı ki sanki özel bir anlarını bölüyormuşum gibi hissettirmişti. Gülümseyerek Bay Rosewood, Betie’ye baktı. Birbirlerine bakarlarken gözlerindeki saf aşk gözden kaçacak gibi değildi. Üçüncü şahıslar tarafından hissedilebiliyor. Ve ben bunu hissetmiştim ki bende böyle bir aşk istediğimi fark ettim.

“Odanızı hazırlattık. İsterseniz yerleşin çocuklar bir saat sonra akşam yemeği yenecek. Umarım burayı beğenirsiniz Bayan Grench…” bir an için duraksadı Bay Rosewood, sanki söylememesi gereken bir şey söylemiş gibi, ardından konuşmasına devam etti. “Ashley… Brandon burayı en sık kullanan kişidir. Muhtemelen ileride seni buraya getirmeyi isteyecektir.” Samimi ve aradan resmiyeti kaldırıp adımla hitap ederek konuşması beni daha da rahatlatmıştı. Derin bir nefes aldığımda üzerimdeki gerginliğin birazını attığımı fark ettim.

Onların problemi tamamen o davadan kaynaklanıyordu belki de, gerçekleri bilmediklerinden dolayı da direk beni suçlayarak onaylamamışlardı Brandon’la olan birlikteliğimi. Ama şimdi her şey yoluna girmiş gibi görünüyordu. Ya da en azından şimdilik bir problem yok gibi görünüyordu. Baştaki davranışlarını başka bir şeye bağlayamıyordum. Sonuçta benimle bir problemleri yoktu ki!

Odaya çıktığımızda Brandon kendini yatağın üzerine attı ve başını yastığa koydu, diğer yastığı da kollarına alıp sarıldı ve bana bakmaya başladı gülümseyerek. Bende gülümsedim ona ve yerden çantamızı aldım ve içindekileri boşaltmak için fermuarını açtım. İçindekileri çıkarıp koltuğun üzerine koydum. Tişörtlerin buruşmasını istemiyordum daha sonradan ütüyle falan uğraşmayayım diye…

Brandon yerinden kıpırdamadan beni yönlendirerek, “Dolaba asabilirsin,” dedi.

Başımla onaylayarak dolabın yanına gittim ve dolabın kapaklarını açtığımda, dolapta birçok kıyafet olduğunu gördüm. George’un sözleri aklıma geldi. Brandon burayı bu kadar sık kullanıyorsa tabi ki burada eşyaları bulunacaktı ama koca bir dolap eşyası bulunmasına da şaşırmıştım. Neden yanında kıyafet getirmişti ki o zaman. Şaşkın bir şekilde dönüp Brandon’a baktığımda gözleri kapalıydı. Numara mı yapıyor diye yanına gittim ama uykuya dalmıştı. Nefes alışları düzenliydi ve oldukça sakin görünüyordu. Sessizce çantadaki kıyafetleri boş bulduğum askılara asarak dolabın içinde boş olan bir köşeye astım. Ondan sonra üzerime ince hırkamı alarak odadan çıktım. Etrafı inceleyerek aşağıya inmeye başladım. Merdiven tırabzanları bile eski zamanların oymacılığını yansıtan bir sanat eseriydi. Ahşap kaplama değildi, ağaç oymacılığıydı. Bu evin içindeki havaya insan kendini rahatlıkla kaptırıyordu. Kendimi eski zamanların içinde hissediyor ve o zamanı yaşıyormuşum gibi bir izlenime kapılıyordum.

“Bayan Grench, herkes bahçede havuz kenarındalar. Erkekler ise çalışma odalarındalar,” diyerek bir kadın yanaştı yanıma. Beni düşüncelerimden ve girdiğim hayal dünyamdan çıkarak kadın bize kapıyı açan kadındı. Brandon’ın seslendiği isim ile Bayan Misery.

“Peki, havuz kenarına nasıl gidebilirim?” diye sordum çekingen bir şekilde. Kadın ise samimi bir gülümsemeyle karşılık verdi bana.

“Benimle gelin.”

Kadının peşine takılıp yürümeye başladım. Uzunca bir koridordan geçtik. Koridorda karşılıklı tablolar asılıydı. Kimisi manzara resimleri, kimisi portre çalışmalarıydı, ama belli olan şey ise bunlar el yapımı yalı boya tablolarıydı ve kesinlikle orijinaldi hepsi. Ressamları tarafından alt köşeleri imzalanmıştı. Muhtemelen bir servet değerindeydi her bir tablo… George Rosewood karısı Betie Rosewood’un ayaklarının altına koca bir servet sermişti anlaşılan. Bakışlarında bile imrenilecek aşkı görebiliyorken, bunlar o kadar normal gelmişti ki…

Koridorun sonundaki kapıdan çıktığımızda kocaman bir bahçeyi gördüm. Evin arka tarafı olmalıydı. Çimenliklerin arasından çakıllarla oluşturulmuş bir yol vardı ve bu yol bir süre sonra beton ile son buluyordu. Havuzun kenarları güneşlenmek için beton yapılmış ve şezlonglar konulmuştu. Havuz oldukça büyük olmasının yanında bir köşesine de çocuk havuzu eklenmişti. Bu oldukça hoş bir düşünceydi.

Betie, Lucy ve Lisa havuzun biraz ilerisinde kameriye şeklinde yapılmış bir yerde oturuyorlardı. Beni buraya kadar getiren hizmetli başıyla selam vererek yanımdan ayrıldı, bende diğerlerinin yanına doğru yürümeye başladım.

“Gelsene Ashley. Erkekler yine sıkıcı iş konuşmalarına girdiler. Bizde kaçtık,” dedi Betie gülümseyerek.

“Rahatsız etmiyorum değil mi?”

“Yok, kızım ne rahatsızlığı. Hadi gel. Sende kendine kahve doldur, temiz fincan vardır orada. Eeee Lisa devam et. Charles’ı anlatıyordun,” diyerek sohbetlerine geri döndüler. Bende aralarına gittim ve masadaki tepside bulunan bir fincana kahve doldurdum ve yanlarına oturdum.

“Ahh Betie beni çıldırtıyor. Daha şimdiden işi bırakmamı söylüyor. Henüz erken dememi dinlemiyor. Yok, efendim neymiş hamilelikmiş bu her an her şey olabilirmiş. Bu aşırı ilgisi beni çıldırtacak.”

“Bu çocukların hepsi aynı… Ashley seninde böyle bir derdin olacak… Buna hazırlıklı olsan iyi olur. Brandon’da en az Charles kadar bu konularda aşırı ilgi gösterirler.”

Betie bu sözleri ile beni de konuşmaya dâhil etmişti. Biz dört kadın burada oturmuş sohbete koyu bir şekilde devam ederken her şey o kadar normaldi ki kendimi, kendi ailemin arasında hissetmişti. Hem kendi aileme olan özlemimi fark etmiştim hem de garip bir şekilde burada onlarla olmayı da sevmiştim.

Zamanın nasıl geçtiğini hiçbirimiz anlamadık ta ki erkekler yanımıza gelene kadar. Herkes kendi çiftinin yanına oturmuştu. Charles Lisa’nin beline sarılmış ellerini onun karnında birleştirmişti ve Lisa’de başını Charles’ın omzuna koymuştu. Alex’de gelmişti, onu geldiğimizde görmemiştim. Bana göz kırptı sanki hoş geldin dercesine bende gülümseyerek başımla selam verdim. O da Lucy’in yanına gitti ve kolunu omzuna atarak yanına yaklaştırdı. Lucy’de gülümseyerek yanaştı Alex’e doğru. Betie onları gülümseyerek izledi ama George’da karısının yanına gelince gülümseyerek kocasına baktı. İşte imrendiğim aşkı gördüm gözlerinde yeniden. Sanki duygularını konuşmadan, dokunmadan anlatıyorlardı birbirlerine. Direk gözlerinin içiyle iletişim kuruyorlardı. Bir an için onları rahatsız ettiğimi düşündüm ve bakışlarımı kaçırdım.

“Hanımlar hadi yemek hazırlanmış. Sizi bekliyoruz. Bu arada Brandon nerede?” diye sordu Charles. Bakışları beni bulmuştu.

“Uyuyordu.”

“O zaman siz… Sen, Brandon’ı uyandır, yemeğe geçelim. Yemek salonuna gelirsiniz,” dedi George bana bakarak.

Başımla onaylayarak yanlarından ayrıldım. Onları geride bırakarak çakıllı taşların üzerinden yürüdüm eve doğru. İçeri girdiğimde uzun koridor boyunca yürüdüm ve merdivenlere gelince yukarıya doğru çıkmaya başladım. İlk kata çıktığımda durdum, bizim odamız hangi odaydı? İlk katta olduğuna emindim ama hangi oda olduğunu hatırlamıyordum. O kadar çok oda vardı ki… Sağdaki koridordan geldiğimi hatırlıyordum o yüzden o koridora gittim. Tek tek odalara bakmaya başladım.

“Ashley?” diye duyduğum bir sesle irkildim ve arkamı döndüğümde Brandon tam karşı odanın kapısında kaşları havaya kalkmış şaşkınca bakıyordu.

“Ne oldu? Ne arıyorsun?”

“Odamızı arıyordum. Burada çok fazla oda var,” diyince Brandon güldü ve bana elini uzattı. Yanına yaklaşıp elini tuttum.

“Odamız burası… İlk kat sağ koridor ve sağdan üçüncü oda. Tamam mı?” Gülümseyerek işaret parmağını çeneme koyup çenemi yukarıya doğru kaldırdı dudaklarıma küçük bir öpücük verdi.

“Hadi yemeğe bekliyorlar bizi,” diyerek kollarından ayrıldım ve elini tutarak onu çekiştirdim.

Koridorda yürürken tekrardan kapıları saydım. Doğruydu sağdan üçüncü kapı bizim odamıza açılıyordu. Ya bunu unutmayacaktım ya da yanımda Brandon olmadan odaya çıkmayacaktım…

Aşağıya indiğimizde Brandon yönlendirmesi ile yemek odasına doğru yürüdüm. Odaya girdiğimizde herkes yerlerine oturmuştu. Brandon beni yanına çekerek masaya götürdü. Bizim için hazırlanan servislerin önüne oturduk. Brandon’ın yanımda olması iyi olmuştu, her ne kadar her şey şimdiye kadar iyi gitmiş olsa da içimi kemiren her an tetikte olmamı söyleyen içgüdülerimle rahatlayamıyordum ve beni tek rahatlatan şey Brandon’ın yanımdaki varlığıydı.

Servisler yapıldığında yemek başladı. Masadaki tek ses çatalların tabaklarda çıkardıkları seslerdi. Kimse konuşmuyordu, sanırım sessizce yemek yemeden hoşlanıyorlardı ama ben buna alışık değildim. Ailem her daim yemek masasında konuşacak bir konu bulur ve yemek yerken sohbet içerisinde olurduk, ama burada sadece yemek yendi, hiçbir şekilde tek bir kelime edilmedi. Bende önüme konan yemeklerle ilgilendim. Önce çorba sonra ana yemek ardından tatlı… Bu şekilde sürdü yemek faslı. Bir an için Brandon’a baktığımda bana olan bakışını yakaladım. Gülümseyip göz kırptı. Bende gülümsedim. Daha sonra elini bacağımda hissettim. Elimi masanın altına sokup elinin üzerine koydum. Brandon elimi avucunun içine aldı ve başparmağını avucumun içinde gezdirmeye başladı. Yavaş yavaş huylanmaya başlamıştım başımı çevirip baktığımda bana sırıtarak bakıyordu. Kaşlarımı çatarak elimi çekmek için hamle yaptım ama bırakmadı. Daha da sıktı elimi. Etrafımıza baktığımda kimsenin bize bakmadığını gördüm ki bu rahatlattı beni. Bu sırada Brandon elimi bıraktı bende anında elimi çekerek masanın üzerine çıkardım ve tatlımı yemeye başladım, ama Brandon rahat durmayarak elini bacağımda gezdirmeye başladı. İstemsiz bacak kaslarım kasılıyordu her dokunduğu yerde ve bu da Brandon’ın daha da hoşuna gidiyormuş gibi gülümsüyordu.

“Brandon tatlıyı beğenmedin mi? Dokunmamışsın?” diye Betie, sonunda Brandon’ın dikkati dağıldı.

“Aslında doydum Betie, daha fazla yiyebileceğimi sanmıyorum,” diyerek karşılık verdiğinde herkesin dikkatinin üzerimize çektiğimizi hissettim. Brandon elini bacağımdan çekip masanın üzerine çıkardığında eline peçetesini aldı ve ağzını sildi. Bu sırada Lucy ile gözlerimiz kesişti, dudaklarını sıkıyordu gülümsememek için, utanmıştım böyle bir durumda kaldığım için bu yüzden başımı önüme eğdim.

“Eee yemekten sonra ne yapıyoruz?” Alex sanki ortamdaki kıvılcımları anlamış gibi konuyu dağıtırcasına sordu sorusunu ve ben bu konuda ona minnettar kalmıştım. Bu kadar ince düşünmesi de onun ne kadar düşünceli ve insanların düşüncelerine önem veren biri olduğunu gösteriyordu. Başımı kaldırıp baktığımda bana gülümsediğinde bende gülümsedim mahcup bir şekilde ki sessiz teşekkürümü anlamış olmalı ki başını eğdi.

Charles direk konuya girerek fikrini öne sürdü. “Aslında yeni sinema sistemi koydurduk buraya ne dersiniz güzel bir film izleyelim mi?”

Bay Rosewood, sevgi dolu ses tonuyla konuştuğunda bu akşamki plan yapılmıştı. “Tamam, siz gençler öyle yapın. Biz havuzun kenarında kahvelerimizi içelim. Ne dersin hayatım?”

Betie gülümseyerek kocasına baktığında, “Harika olur,” diye karşılık verdi.

Betie de aynı George gibi sevgi dolu bir ses tonu kullanmıştı. Sadece ben bu kadar şaşkın bir şekilde bakıyordum onlara, diğerleri alışık gibi görünüyorlardı. Gülümseyerek başımı önüme eğdim ve derin bir nefes aldım. Belime dolanan bir kol ve kulağımda hissettiğim nefesle başımı kaldırdığımda Brandon’ın yanıma yaklaştığını fark ettim.

“Yıllardır böyleler. Emin ol onlarında evlilik yolculukları hiç kolay olmamış. Birbirlerine o kadar bağlılar ki şaşırmamak elde değil. Ama zamanla alışırsın onların bu sevgilerine ve bağlılıklarına.”

“Sadece… Çok güzel bir şey…” diye fısıldadım. Brandon sözlerime gülümseyerek karşılık verdi.

“Emin ol bizimde aşkımız bu kadar güzel… Onca yaşanan şeyden sonra yine beraberiz değil mi?”

Gülümseyerek baktım Brandon’a. Direk gözlerine… Aşkla parıldayan gözlerine… Sevdiğim, âşık olduğum adama baktım aşkla… Haklıydı bizimde aşkımız güzeldi, güçlüydü…

Yemek masasından kalktık hepimiz ve bizler film izlemeye giderken Betie, Bay Rosewood’un koluna girdi ve onlarda bahçeye giden koridorda ilerlemeye başladılar. Sinema salonu dedikleri odaya girdiğimizde dev ekran bir plazma ve yanında kocaman kolonlar olduğunu gördüm. Ancak odanın her köşesine biraz daha küçük boyutlarda kolonlar yerleştirilmişti. Bir duvarda büyük raflı bir dolap bulunuyordu ve raflarda DVD’ler sıralanmıştı. Odanın spotlarla aydınlatılmış ve boydan pencereye de siyah perde çekilmişti. Köşeli koltuklar ve yerde minderler vardı. Herkesin zevkine hitap edebilecek şekildeydi odanın tarzı.

“Ne tarz bir film istersiniz?” diye sordu Alex.
Lucy ve Lisa aynı anda, aynı ses tonunda konuştuklarında kıkırdadım. “Korku olmasın! Canice ve kanlı canlı da olmasın. Midem kaldırmıyor…”

“Ashley? Sen ne tarz filmlerden hoşlanırsın?” diye sordu Charles. Diğerlerinin bakışlarının yanında Brandon’ın da merakla baktığını gördüm. Bu kısmını oda bilmiyordu.

“Fark etmez ama korku olmaması konusunda hem fikirim onlarla.”

“Mısırlar…” diyerek Bayan Misery içeri girdi. Charles, Brandon ve Lucy mısırları almaya gittiler. Bende Lisa’nin yanına oturdum. Üçü de kadının yanağından öpüp mısırları aldılar, kadının kıkırdamaları odayı doldurdu. Bu sahne gerçekten çok tatlıydı. Gülümsememek elde değildi.

“Bu üç yaramazı büyüten kadındır Bayan Misery,” diye Lisa’nin sesi gelince başımı çevirip anlamamış gözlerle ona baktım.

“Brandon devamlı Charles ve Lucy ile beraber kalırmış, Bayan Misery de onlarla ilgilenirmiş. Küçüklükten beri beraberler. Bayan Misery’nin üçünde de çok fazla emeği var o yüzden böyle ona karşı olan davranışları. Ki bu gördüğün hiçbir şey... Bazen kadını çıldırtıyorlar. Sanki 5 yaşındaki çocuk gibiler.”

“Açıkçası Brandon’ın bu ciddi ve ağır tavırları arasında çocuksu davranışlarını düşünemiyorum.”

“Aramıza yeni yeni giriyorsun. Bu üçü bir araya geldiğinde gerçekten tam bir eğlence oluyor. Bunu bu iki gün boyunca görürsün.”

Lisa’nin sözlerinin üzerine başımı tekrar onlara çevirdiğimde kadın gülerek odadan çıkıyordu. Üçü de elinde birer kâse patlamış mısırla bize doğru geldiler. Alex kendi seçtiği bir filmi DVD’ye taktı ve kumandayı eline alıp koltuklardan birine oturdu. Lucy’de yanına gitti. Charles’ta gelip Lisa’nın yanına oturdu ve kolunu omzuna atarak yanına çekti. Brandon’ı yanıma beklerken Brandon yerdeki minderlerden birine oturdu ve bana bakarak yanındaki mindere vurdu. Bende yerimden kalktım ve yanına oturdum. Ama pek rahat edememiş gibi kıpırdandı ve beni iyice kendine çekerek bacaklarının arasına oturmamı sağladı. Bende sırtımı göğsüne dayadım ve Brandon’ın elinden mısır kâsesini aldım oda ellerini belime doladı. Dudaklarını saçlarıma bastırdığını hissettim. Başımı çevirip baktığımda gülümseyerek dudaklarımdan öptü. Dudaklarımız ayrıldığında duvara uzanarak ışıkları söndürdü ve Alex’in başlatmasıyla film başladı. Bende daha fazla yiyecek hal kalmadığı için mısırı Brandon yemeye başladı. Filme dikkatimi veremiyordu. Masadaki gibi Brandon yine rahat durmuyordu. Bir elini mısır kâsesine uzatırken diğer elini de karnımda dolaştırıyor, dikkatimi dağıtıyordu. Boşta kalan elimle elini tuttuğumda ise parmağı avucumun içinde hareket ediyordu. Derin bir iç çektiğimde Brandon’ın kıkırdadığını fark ettim göğüs hareketinden.

“Brandon rahat dur!” dedim sitemkâr bir sesle.

İç çekerek dudaklarını boynuma değdirdi ardından kulağıma doğru çıkarak fısıldadı. “Neden sana hiç doyamıyorum?”

“Doyumsuzluğunun bana karşı olduğuna emin değilim,” dedim başımı çevirip ona bakarak. Fısıltılı konuşmamız sinema sisteminin yanında anlaşılmıyordu ki bu iyi bir şeydi.

“Hadi gel odamıza çıkalım.”

“Hayır!” Brandon’dan bakışlarımı çevirip önüme döndüm ve filmi izlemeye devam ettim. Brandon’ın dudaklarını ensemde ardından boynumda hissettim. Bu baştan çıkarıcı tavırları işe yarıyordu ki ben şuanda burada bu ortamda kalmak istiyordum ama Brandon’ın pek rahat duracağı yoktu. Bu düşünce ile yerimde doğruldum ama Brandon’da peşimden yerinde doğrularak beni kendine çekti yine.

“Brandon, yapma…” diye fısıldadım. Direncim azalmaya başlamıştı. Bu işte gerçekten çok iyiydi.

“Neden?” diye sorduğunda başımı çevirip gözlerine baktım. Gözleri tutkudan iki kor gibi parlıyordu.

“Çünkü uzun zamandır bir aile hasreti çekiyorum ve her ne kadar benim ailem olmasa da şuanda bununla hasret gideriyorum. Lütfen bunu bozma.”

Derin bir iç çekerek beni tekrar kollarının arasına alarak eski pozisyonuna geri döndüğünde dudaklarını kulağıma getirdi. “Artık senin de ailen… Benim olan her şey artık senin de Ashley… Bunu sakın unutma.”  Yanağımdan ardından da boynumdan öptükten sonra filmi izlemek için televizyona döndü. Bende gülümseyerek sırtımı Brandon’ın göğsüne dayadım tekrardan ve filmi izlemeye başladık.

Film boyunca Brandon yerinde uslu durdu. Film konusu oldukça güzeldi. Romantik komedi olan filmler genelde güzel oluyordu. Ama bu şekilde aile gibi, sevdiğin kişiyle çok daha farklı bir tat bırakıyordu insanın içinde. Film bittikten sonra herkes yerinden kalktı ve sinema odasından çıktık. Merdivenlere geldiğimizde Brandon kolunu omzuma atarak kendine çekti ve bende karşılığında kolumu beline doladım.

“Brandon bahçeye Betie'lerin yanına çıkıyoruz gelmiyor musunuz?” diye sordu Charles.

“Bütün gün araba kullandım. Yorgunum, biz dinlenelim. Yarın takılırız beraber.”

Brandon’ın bu sözlerinin üzerine Charles alaycı bir şekilde gülümsedi ama bir şey söylemedi. Onlar dışarı çıktığında bizde odamıza gitmek içi yukarıya çıktık. Brandon’ın amacını biliyordum. Uykusu yoktu ki zaten geldiğimizde kısa süreliğine de olsa uyumuştu, ama bende onu özlemiştim. Bu aile kokusunun sindiği evde Brandon ile olmak bana özlediğim şeyleri anımsatıyordu. Kalbimde burukluk olmasına rağmen kendimi burada huzurlu hissetmiştim ve bunları Brandon sayesinde hissediyordum.

Odaya girdiğimizde Brandon beni kollarının arasına alarak, “Şimdi yaramazlık yapabilir miyim?” diye sordu. Güldüm sözlerine… yaramazlık… Kollarımı boynuna dolayı dudaklarına baktım.

“Şimdilik bir sakıncası yok…”

Dudaklarımız birleştiğinde Brandon kadar bende bunu istediğimi fark ettim. Brandon’ın bana hissettirdiklerini özlemiştim birkaç günde. Öpücüklerindeki yumuşaklık, okşamalarındaki şefkat ve dokunuşlarındaki tutku asla unutamayacağım ve her daim özleyeceğim duygulardır. Ne olursa olsun, her ne kadar söylediği sözleri hala hatırlıyor olsam da bu adamı seviyordum ve onsuz olamayacağımı biliyordum. Sanırım Brandon onları unutmamı sağlayacaktı. Buna güvenip, yaslanmalıydım. Brandon’la olmanın tadını çıkarmalıydım. Daha çok aile olmanın zevkine varmalıydım…


Başımı yastığa koymuş Brandon’a sırtımı dönmüştüm, Brandon ise arkamdan sarılmıştı. Bir kolunu boynumun altına koymuş bir kolunu ise belime dolamıştı. Sırtım Brandon’ın çıplak göğsüne değiyordu. Benim bir kolum yastığımın altından başıma doğru çekmiştim ve diğer kolumu da Brandon’ın belimde duran kolunun üzerine koymuştum. Çıplak tenlerimizin birbirinde uyandırdığı o mayhoş hisle ikimizde yatıyor, uyumayı bekliyorduk. Normalde Brandon ile geçirdiğim gecelerden sonra yorgun olurdum. Brandon’ın bitmek bilmez tutkusu altında sarhoş olur ve hiç onu reddedememenin verdiği tatlı hislerle uykuya dalardım. Yine aynı şekilde uykuya dalmayı bekliyordum, ama gözlerim kapanmıyordu. Sanki Brandon tekrar teklif etse onu reddetmezdim hatta aynı şekilde tutkuyla karşılık verecek kadar iyi hissediyordum kendimi. Bu garipti, ilk defa böyle hissediyordum.

“Uyuyor musun?” diye sordu Brandon çıplak omzuma öpücükler kondururken.
“Hayır.” Yastığın altından kolumu çıkardım ve Brandon’a doğru döndüm. Başımı göğsüne yasladım. Brandon’da belimdeki elini biraz daha sıkarak beni kendine çekti ve alnımdan öptü.

“Şimdi seni bir yere götürsem benimle gelir misin?”

“Nereye gideceğiz?”

“Hadi gel!”

Kollarını benden ayırdı sonra da yatakta doğruldu dudaklarımdan öptü ve yataktan kalktı. Ardından yerdeki iç çamaşırını giyindi ve dolabı açarak eşofman takımının altını çıkardı ve polarlı bir sweet alıp giyindi. Ardından bana döndü gülümseyerek. Yüzündeki gülümseme gözlerinin parıldamasıyla ışıl ışıldı. Sanki uzun zamandır yapmak istediği ve özendiği bir şey varmışta onu şimdi yapabilecekmiş gibiydi. Belki de vardı ve şimdi yapacaktı. Gerçekten merak etmiştim aklından geçenleri.

Gülümseyerek yataktan kalktım ve bende yerdeki iç çamaşırlarımı aldım ve hızla giyindim. Daha sonra Brandon gibi dolaptan eşofman altımı aldım ve üzerime de uzun kollu tişörtümü giyindikten sonra hırkamı aldım elime ama Brandon hırkayı elimden alarak kendi kalın lacivert polarlı bir sweetini verdi. Şaşkın bakışlarımı görünce de elimden geri aldı ve başımdan geçirerek giydirmeye başladı.

“Dışarısı buz gibidir. Donarsın,” diye söylenirken kollarımı geçirdim. Ardından üzerimi düzeltmesine izin verdim, ama çok üst üste giyinmiş gibi hissediyordum bu da beni rahatsız etti.

“Sence içimdeki tişörtü çıkarmam daha iyi olmaz mıydı?”

“Donarsın güven bana!”

Derin bir iç çekerek bana birkaç beden büyük gelen poları düzelttim. Ardından dağınık saçlarımı lastik tokayla toplattım ve Brandon’ın spor ayakkabılarını giydiğini görünce bende spor ayakkabılarımı giyindim. Telefonumu almak için çantama hamle yapmıştım ki Brandon bileğimden tutarak beni engelledi.

“Telefon yok, Ashley.”

“Ya arayan olurda ulaşamazsa... Merak etmesinler…” diye söylendim. Uzun zamandır telefonum ve ben ayrılmaz ikili gibiydik.

“Merak etme kimse yokluğumuzu fark etmeden geleceğiz,” diyerek kendine çekti beni. Ardından sessizce kapıyı açarak dışarı çıktık ki sessizce de kapattı Brandon kapıyı. Sanki gizlice çıkıyormuş gibi sessizce parmak ucumuzda ilerliyorduk. Neden bu şekilde yürüyorduk bilmiyorum ama Brandon o şekilde ilerliyordu ve bende sorgusuz sualsiz ona uyuyordum. Evin arka havuza açılan kapısına geldiğimizde sessizce kapıyı açtı ve ardımızdan aynı şekilde kapattı. Neden buradan çıktığımız da anlamamıştım. Tıpkı ne yaptığımızı anlamadığım gibi. Gülümseyerek bana baktı.

“Şimdi hızlı olmalıyız ki yetişelim. Koşabilir misin? diye sordu haylaz bir gülümsemeyle.

“Evet, koşabilirim de neden? Nereye yetişeceğiz?” dediğimde yüzümü ellerinin arasına aldı ve dudaklarıma küçük bir dokunuş halinde öpücük bıraktı.

“Sorma, gidince görürsün!”

Yüzümden ellerini ayırdıktan sonda sağ eliyle sol elimi tuttu ve evin arkasındaki koruluğa doğru koşmaya başladık. Brandon’ın uzun bacakları ile uzun adımlarına yetişmek benim için zor olmuştu ama o yetişemediğimi fark ettiğinde hızını düşürdü, adımlarını kısalttı ve benim hızımda koşmaya devam etti. Birkaç dakika koştuktan sonra korunun ilerisinde bir ışık gördüm. Brandon yavaşladı ve kolunu omzuma atarak yürümeye başladı.

“Davetsiz misafire ne dersiniz çocuklar?” diye bağırarak sordu. Sesi ormanda yankılanmıştı ama her kime seslendiyse de duyduğundan emindim. Şuanda ormandaki tek ses Brandon’ın sesiydi.

“Ooo… Aramıza sonunda katılmaya karar verdin. Gördün mü sevgilim, her geçen gün sayımız artıyor,” diyerek bir ses geldi derinden, ama sanırım bu ses Charles’ındı. Onların burada ne işi vardı ki?

Yanlarına iyice yaklaştığımızda buranın koruluğun içinde küçük bir açıklık olduğunu ve yalnız Charles’ın burada olmadığını fark ettim. Lisa, Lucy ve Alex’de buradaydı. Hepsi çiftli bir şekilde yere oturmuşlardı ve birbirlerine sarılmışlardı. Brandon’da beni bir ağacın gövdesinin oraya çekti ve yere oturdu. Bacaklarını açarak bana yer açtı. Bende bacaklarının arasına oturdum ve sırtımı Brandon’a dayadım. Oda arkamdan belime sarıldı ve ben başımı geriye doğru atıp onun omzuna yaslarken oda çenesini başımın üzerine koydu.

“Burayı ilk Charles ve Lisa keşfetti. Buraya yılda iki sefer gelirler ve gün doğumunu izleyip tam güneş doğarken dilek fenerlerinden uçururlardı. Lucy’de Alex ile nişanlanınca onları da buradaki bu muhteşem manzaraya ve gelenek haline getirdikleri dilek feneri uçurmaya çağırdılar. Bunlar gece gizli gizli kaçıp geliyorlardı,” diye anlatmaya başladı Brandon bu yaptığımızın ne olduğunu…

“Brandon hiçbir zaman davet edilmedi buraya. Çünkü yalnızdı. Biz burada çiftler halinde otururken onun yalnız olmasını istemiyorduk o yüzden hiç çağırmadık, ama bir gün bizi gizlice takip edip geldi buraya, o zaman öğrendi yerini,” diyerek Charles girdi araya.

Brandon, Charles’a bakıp haylaz bir şekilde gülümserken bende o ikisi arasındaki haylaz bakışmalara gülümseyerek Brandon’a sokuldum. “Muhteşem bir manzara oluyor. Biraz soğuk olduğu doğru hatta donduruyor da birazcık ama emin ol çok hoşuna gidecek bu.”

“Yine dilek feneri uçuracak mısınız?” diye sordum merakla.

Alex lafa karışarak sorumu cevapladı. “Evet, senin geleceğini duyunca senin ve Brandon içinde aldık birer tane.”

“Gerçekten çok şanslısınız. Muhteşem bir aile sahipsiniz!”

“Artık sende bu ailedensin Ashley!” diye gülümseyerek cevap verdi Lisa.

Bir şey diyemedim sadece sustum. Beni aralarına kabul etmeleri hoşuma gitmişti. Ve asıl hoşuma giden de bu şekilde gelenek haline getirdikleri bu olaya dâhil olacak olmaktı.

Bir süre karanlıkta oturduk öylece. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ki sorgulamadım da. Saat kavramı şuanda hiç de önemli değildi. Yavaş yavaş güneşin doğuşunun verdiği kızıllık ağaçların ardından yerini göstermeye başlamıştı. Güneş ışınlarından yayılan kızıllık sanki koruluğu yanıyormuş gibi bir manzaraya sokuyordu. Nefes kesici bir görüntü oluşuyordu. Kendimi kaptırmış o görüntüyü izlerken bir hareketlenme oldu. Başımı çevirdiğimde Alex bize iki tane dilek feneri uzatmıştı. Gülümseyerek elinden aldım. Ve biraz yerimde hareket ederek Brandon’a döndüm. Gülümseyerek bana bakıyordu. Yanına yaklaştım ve ondan beni öpmeden önce ben onun dudaklarını öpmek istedim. Ama ona doğru eğilince dudaklarım ancak boynuna denk geldi, bende boynundan öptüm ve geri çekildim. Önümdeki fenerin poşetini açtım ve dilek fenerinin yapımını talimatları okuyarak yaptım. Diğerleri alışmışlardı sanırım ben benimkini yapana kadar bitirmişlerdi ve benimle Brandon’ı bekliyorlardı. Bizde yaptıktan sonra ikimizde diğerleri gibi ayağa kalktık ve fenerin içindeki mumları yaktık. Herkes gözlerini kapattı ve ellerini hafiften havaya kaldırdı. Bende onları izliyordum. Herkes yan yana dururken Brandon arkama geçti ve elini belime doladı. Feneri tuttuğu eli benim elimin hizasına getirdi. İkimizde gözlerimizi kapattık sonra ve içimizden dileğimizi diledik.

“Brandon ile kendi ailemiz olmasını, bir ömür beraber olmayı diliyorum.”

Dileğimi diledikten sonra dilek fenerini bıraktım. Gözlerimi açıp baktığımda hepimizin fenerleri havalanmıştı.  Renkli bir şekilde gökyüzünü süslemeye başlamışlardı. Bu görüntü karşısında gülümsedim. Derin bir nefes alıp yan döndüm ve Brandon’ın beline kollarımı doladım. Brandon kollarımı okşayarak, “Artık gidelim mi? Hava iyice ayaz oldu,” diye fısıldadı. Başımı salladım. Aslında buradan hiç gitmek istemiyordum. Oldukça hoşuma gitmişti. Buranın havası, ortamı, atmosferi o kadar farklıydı ki insan kesinlikle hayal âleminde olduğunu sanıyordu ve bu âlemden de ayrılmak istemiyordu.

Brandon ile el ele tutuşarak eve doğru yürürdük, diğerleri de iki bir şekilde önümüzden yürüyordu. Eve yaklaştığımızda fark ettim ki onlarda bizim buradan çıkışımızdaki gibi sessizce içeriye girmeye başlamışlardı. Herkes ayaklarındaki ayakkabıları çıkarmış parmak ucunda yürümeye başlamıştı. Brandon ile bende onlara ayak uydurduk ve ayakkabılarımızı çıkarıp elimize aldık ve parmak ucunda odamıza çıkmaya başladık. Koridorda herkes birbirine tek kelime etmeden göz kırptılar ve odalarına girdiler. Bizde odaya girdiğimizde Brandon gülümsüyordu.

“Bu göz kırpma iyi geceler anlamındadır. Gerçi artık gece kalmadı ama…” diyerek güldü ki sözleri beni de güldürmüştü. Üzerimizi çıkarıp pijamalarımızı giyindik ve önce Brandon sonra da ben zaten dağınık olan yatağa girdik. Üzerimizi örttüm. Gerçekten üşümüştüm. Tüylerim neredeyse diken diken olmuşlardı. Şimdi sıcak ortama girince bunu daha iyi fark etmiştim. Hafiften titreyerek Brandon’a sokuldum. Brandon’da gülerek kollarını doladı etrafıma ve birbirimizin bedenlerinde ısınarak uykuya daldık.

Uyandığımda Brandon yatakta yoktu. Başımı çevirip saate baktığımda ise on bire geldiğini gördüm. Yatakta gerinirken odanın kendi banyosunun kapısı açıldı. Brandon belinde havlu ile odaya girdi. Elinde bir havlu daha vardı onunla da saçlarını kuruluyordu. Omuzlarında saçlarından damlayan damlalar vardı ki onlarda çıplak göğsüne doğru akıyordu. Derin iç çekişle gülümsedim. Karşımdaki bu mükemmel erkeğe ben sahiptim. Sadece bana aitti. Bunun verdiği mutluluk ve gururla, “Günaydın,” dedim. Gülümseyerek yanıma geldi ve üzerime eğilip dudaklarım öpücük kondurdu. Sıcak banyodan çıktığı için dudakları sıcacıktı. Teninden de aynı derece ısı yayılıyordu.

“Günaydın, hadi sende bir banyo yap daha iyi hissedersin. Gece farkında olmadık ama baya üşümüşüm. Hadi seni bekliyorum, sonra kahvaltıya ineriz.”

Bende yerimden kalkarak üzerime kotumu ve uzun kollu tişörtümü alıp yatağın üzerine koydum banyodan sonra giyinmek için. Ardından banyoya girdim. Yanıma havlu almadığımdan dolayı banyodaki dolaptan temiz bir havlu aldım ve suyu açtım. Suyun sıcaklığından çıkan dumanlar banyoyu doldurmaya başlamıştı. Onun ısısı bile içimi titretmişti. Brandon banyo yaptığı için burası sıcaktı, birde suyun sıcaklığıyla kaynıyordu ve inanılmaz hoşuma gitmişti. Yüzümde sıcaklıktan oluşan gülümsemeyle soyundum ve sıcak suyun içine girdim. Suyun tenime değdiği her noktayı hissediyordum bu inanılmaz güzel bir duyguydu. İçimin titremesini alıyordu sanki.

Bir süre duşta kaldıktan sonra suyu kapattım ve havluya sarınarak banyodan çıktım. Brandon koltuğa oturmuş önünde laptopla bir şeylere bakıyordu. Benim çıktığımı görünce beni baştan aşağıya tek kaşını kaldırarak süzdü ve tak taraflı bıyık altı gülümsemesiyle baktı. Bakışlarını görmezden gelerek üzerimi giyindim, ardından da saçlarımı kurutmak için banyoya gittim. İyi ki burada fön makinesi vardı yoksa ıslak saçlarla dolaşmak zorunda kalacaktım. Acele hazırlanınca illaki bir şeyler unuturdum.

Saçlarımı da kuruttuktan sonra tepeden topladım ve hafif makyaj yapmak için çantamdan makyaj çantasını çıkardım. Bir göz kalem bir de rimel sürerek daha iyi görüneceğimden emindim. İşimi hallettikten sonra etrafı toparladım. Çıkardıklarımızı tekrardan dolaba koydum ve yatağı düzeltim. Ardından Brandon’a baktığımda o hala bilgisayarın başındaydı. Kaşlarını çatık bir şekilde odaklanmış ekrana bakıyordu. Yanına gittim ve arkasından boynuna sarıldım.

“Ne oldu? Neye kızdın?”

“Şirketle ilgili. Boş ver…”  diyerek geçiştirdi ve laptopu kapatıp yerinden kalktı.

Odadan çıktığımızda koridorda Lisa’yı gördük. Gülümseyerek yanımıza geldi, bana göz kırptı ve beraber aşağıya indik. George ve Betie yoktu ama Lucy, Alex ve Charles masada kahvaltı yapıyorlardı. Bizde yanlarına gittik. Dün akşam ki gibi oturduk. Sanırım hep bu şekilde oturuyorlardı.

“Eeee bugünkü plan ne?” diye sordu Brandon kahvaltı sırasında.

Alex kaşlarını çatarak ve hafiften sinirli bir ses tonu kullanmaya çalışarak karşılık verdi Brandon’a. “Şaka yapıyorsun değil mi?” Brandon cevap vermedi ama şaşkın ve bir şey unutmuş gibi kaşlarını kaldırdı.

“Brandon sen bu kadar unutkan değildin. Bütün çocuklar burada… Maç için saha ayarlandı bile,” dedi Charles.

“Siz gidin ben gelmeyeyim. Ashley buraya ilk kez geldi onu gezdirmek istiyorum,” diye yanıtladı Brandon. Sözlerine gülümsedim ve başımı çevirip ona baktım.

“Planlar yapıldı Brandon kaçma payın yok. Ayrıca kızlarda geliyor. Maç sonrasında bir şeyler yer eve öyle geliriz. Bu arada yenilen hesabı öde ona göre…” diyerek yanıtladı Charles. Brandon köşeye sıkıştığını fark eder gibi ellerini havaya kaldırdı.

Derin bir nefes alarak pes ettiğini belli eden bir ses tonuyla, “Peki,” dedi.

Her ne kadar Brandon, Charles ve Lucy ile kuzen olsa da aralarındaki ilişki kardeşlik boyutundaydı. Bu gerçekten çok güzeldi. Her şeyi beraber yapıyorlar, gelenek haline getirdikleri planları vardı. Kopmaz bir bağ ile bağlanmışlardı birbirlerine ve zor bulunan bir şeydi. Yaptıkları planlara beni de dahil ediyor olmaları hoşuma gitmişti, bu kadar çabuk kabul edilmeyi beklemiyordum ama sanki uzun zamandır Brandon’ın yanında birini görmek istiyor gibiydiler.

Kahvaltı bittikten sonra erkekler spor çantalarına gerekli eşyalarını koydular bizler de aşağıda onları bekledik. Geldiklerinden sonra hep beraber evden çıktık. İki araba gitmeye karar verdiler. Brandon ve ben, Alex’ın arabasına bindik. Lucy’de bizimleydi, sonucunda nişanlısını yalnız bırakmıyordu.

Kısa süren yolculuktan sonra bir sahanın orada durduk. Oldukça büyük bir spor kompleksinin sahasıydı burası. Arabadan indiğimizde Brandon çantasını aldı bir eline diğer eliyle de benim elimi tuttu. Diğerleri ile beraber içeriye girdik. Erkekler soyunma odasına gidince bizde sahanın içine girdik. Lucy hemen yerden bir basket topu aldı ve potaya atmaya çalıştı ama girmedi. İkinci kez denediğinde ise potaya sokmayı başarmıştı.

“Ashley sende dene?” diyerek bana topu uzattı.

Başımı iki yana sallayarak bir adım geri gittim. “Daha önce hiç denemedim.” Bu sırada erkekler içeriye girdi. Brandon altında şort üzerinde de siyah bir atlet vardı. Yanına basket ayakkabısı almamıştı ama ayağındaki ayakkabılar basket ayakkabısıydı. Neren bulduğunu bilmiyordum, belki de evdeki dolabında bulunan eşyalardan biriydi bunlarda.

Brandon yanımıza yaklaştı. “Hadi Ashley, ben sana göstereceğim.” İç çekerek Lucy’den topu aldım. Brandon arkama gelerek kollarımı tutmam gereken pozisyona getirdi ve elimdeki topu tutuşumu düzenledi.
“Şimdi hafiften yerinde zıpla ve topu potaya at.”

Dediğini yaptım hafifçe zıpladım ve potaya attım topu ama top bırak potaya girmeyi, potanın hizasına bile çıkmamıştı. Brandon kıkırdayarak yerden başka bir top aldı ve tekrar pozisyonumu ayarlamamı sağladı. Tekrar denedim, bu sefer hizasına çıkardım ama potaya değmedi bile. Bu sırada arkamızdan gelen gürültülü gülüşmelerle arkamızı döndük. Altı yedi tane erkek ve daha gelmişti. Lisa ve Lucy yanıma geldi ve biz sahadan çıkarken Brandon’da onların yanına gitti.  Sahanın kenarındaki tribüne çıkıp maçın başlamasını bekledik.

Maç başladığında Brandon, Charles ve Alex aynı takımdaydılar ama yanlarında tanımadığım iki kişi daha vardı. Takımlarını beşer kişiden oluşturmuşlardı. Kimin önde olduğunu, kimin nasıl oynadığını bilmiyordum, ama Brandon’ı daha önce hiç bu kadar sportmen olarak görmemiştim ve onu izlemek inanılmaz bir haz vermişti bana.

Maç bitiminde erkekler yanımıza geldi. Brandon’ın terden atleti ıslanmıştı ve omuzlarında ter damlaları parıldıyordu. Normalde bu tarz görüntüden hiç hoşlanmazdım, hatta ter kokusundan iğrenirdim de ama sanırım âşık olduğun erkekte her şey güzel geliyordu.

“Merhaba ben Sam, bunlarda John ve Malcolm,” diyerek esmer uzun boylu bir adam kendini tanıttı bana. Gülümseyerek uzattığı eline uzattım elimi.

“Merhaba bende Ashley…” dediğimde Brandon sanki ben cümlemi yarım bırakmışım gibi, devamını getirir edada konuştu. “Benim nişanlım.”

“Senin adına sevindim Brandon. Desene artık Rosewood’larda herkes çift oldu artık.”

“Hadi artık gidin duşunuzu alında çıkalım.”

Lisa’nın son sözleri üzerine erkekler yanımızdan ayrıldılar ve bizde tribünden inerek dışarıya doğru yürüdük. Arabaların biraz ilerisinde bankta oturduk ve onları beklemeye başladık. Duşa alıp, giyinip gelmeleri baya uzun sürecek gibi görünüyordu. Ama yine de hafif esintili bu havada beklemek o kadar da kötü bir fikir gibi gelmemişti. Telefonumun çalmasıyla içinde bulunduğum ruh halimi bir anda alıp götürdü. Cebimden çıkarıp baktığımda özel numara olduğunu gördüm.

“Alo?” diyerek açtığımda nefret dolu bir sesle karşılaştım.

“Kurtulmuş olabilirsin, ama bir dahakine kurtuluşun olmayacak. Özellikle şuanda zayıf noktaların varken.”

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~



Bölüm erken geldi biliyorum, ama hem bölüm hazırdı hem de bu hafta yayınlamak istediğim yorumlar vardı onları yayınlamak istedim hem de bu hafta sonu Tüyap'a gideceğim oradan getireceğim haberlere yer açmak istedim :) O bakımdan bölüm erken geldi haftaya çarşamba bir sonraki bölümde görüşürüz :))


~~~~~~***~~~~~~

6 yorum :

  1. Ayy bugün çarşamba değil mi? Herkes saatleri geri alırken ben günleri ileri almışım :)

    Neyse güzel bir geçiş bölümü olmuş. Sonunda o telefon olmasa çok sıradan olacaktı. 12 ' den vurdun bravo.Yalnız takıldığım bir nokta var. Bay Cullen ve Esme kim ya hu? Ne kaçırdım ben?

    Ellerine, yüreğine, kalemine, sağlık. ..
    Not: Fuarda benim için de gez :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu haftalık salı gelsin dedim bölüm, :)) fuarda bol bol gezeceğim ve bol bol kitap alacağım inş :D

      Dip not: bu hikaye bir fan fiction olarak yazıldı, bu yüzden üzerinde düzenlemeler yapıyordum atladığım kısımlar olmuş :(

      Sil
  2. Huzur dolu bi bölümdü tam bu mutluluğu kimse bozamaz dedimki ooo gelen telefon benim bütün huzurumu kacirdi nefes bile almadan okuduğum bir bolumdu ellerine sağlık ;)

    YanıtlaSil
  3. Canım 20.bölüm bu Salı yayınlanmadı sanırım? Ne zaman gelir acaba?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fırsat bulup düzenleyenedim bölümü ne zaman gonderebilirim bilmiyorum ama telafi etmek için önümüzdeki hafta 2 bölüm göndereceğim :)

      Sil

Kitap ya da yazı hakkındaki görüşünüzü bizimle paylaşın