ASHLEY
Sabah gözlerimi açtığımda gece yaşananların rüya olmadığını fark ettim. Gerçekten Brandon benim odamdaydı ve ben onun kollarında, yatakta çıplak bir şekilde yatıyordum. Gülümseyerek daha da sokuldum ona. Uzun zamandır bu şekilde rahat ve huzurlu uyumamıştım, ama Brandon benim aksime hiç rahat değilmiş gibi yerinde kıpırdanıp bana doğru yan döndü ve beni o şekilde kollarına aldı, bu şekilde ben pek rahat değildim, ama yine de Brandon’ın rahatını bozmak istemedim.
Bir süre öyle yattıktan sonra gözlerim kapanmaya başladı. Gece uyumamam şimdi tamamen uykuya muhtaç bırakmıştı beni. Derin bir nefes alarak sır üstü yattım ve bu hareketimin sonucunda Brandon’ın rahatını bozmuş olduğumu daha sonradan fark ettim. Başımı çevirip uykulu gözlerle baktığımda Brandon homurdanıp boş kalan kollarını bana doğru gelerek belime doladı. Hatta biraz daha bana sokuldu ve kolunu sıkarak beni kendine çekip başını omzumla boynum arasına koydu. Dudaklarını boynuma sürttü.
Uykulu bir sesle fısıldadı. “Sevgilim? Ashley?”
“Uyu aşkım… Henüz erken…”
Derin bir nefes aldığını duydum ve ardından bir şeyler mırıldandığını ama gözlerim kapanmıştı, ne dediğini anladım ne de kıpırdanmalarına anlam verebildim.
Uyandığımda yatakta yalnızdım, gerinerek yataktan kalktım. Brandon sanırım odasına gitmişti. Gözlerimi ovaladıktan sonra saate baktığımda saatin öğleden sonra iki olduğunu gördüm. Kaşlarımı çatarak yüzümü buruşturdum. Sayılı saatlerim kalmıştı dönmeme ve ben günü Brandon’la geçirmek yerine uyuyarak geçirmiştim.
İç çekerek yataktan kalktım ve yerde Brandon’ın gömleğini gördüm. Gitmemişti… Buradaydı. Sanırım banyo yapıyordu. Gülümseyerek banyoya ilerledim ve kapıyı aralayarak başımı içeriye uzattım. Brandon jakuziyi doldurmuş içinde gözleri kapalı bir şekilde duruyordu.
“Yanına gelebilir miyim?” Sesimi duyan Brandon gözlerini açarak bana baktı. Gülümsedi. Sanki gülümsemesi ışık saçıyordu, gözleri gibi… Dudaklarındaki gülümsemenin gözlerine ulaştığını görmek taşıyamayacağım kadar çok mutlulukla dolduruyordu içimi.
“Gel!” dedi emredercesine elini suyun içinden çıkarıp bana uzattı.
Gülümseyerek kapıyı açtım ve içeriye girince kapattım. Banyonun için suyun sıcaklığıyla ısınmıştı. Bedenim yatağın sıcaklığından çıkınca soğuğu hissetmişti ama şimdi bu sıcaklık yine ısınmamı sağlamıştı.
Brandon’ın yanına yanaşınca elini tuttum ve jakuzinin içine yanına girdim. Benim yanına oturmamı engelleyerek bacaklarının arasına oturmamı sağladı. Sırtımı onun geniş göğsüne dayadım ve başımı da omzuna doğru geri attım. Brandon kollarını bedenime sardı ve ellerimi de onun kollarının üzerine koydum. Başımı çevirip ona baktığımda bana bakarak gülümsüyordu. Dudaklarını alnıma değdirdi. Biraz orada kalıp öperek geri çekti. İç çekerek alnımı boynuna dayadım ve gözlerimi kapattım.
Vücudum suyun sıcaklığıyla ısınıyor ve gevşiyordu. Hayır! Suyun sıcaklığıyla değil! Brandon’ın vücut ısısıyla… Beni rahatlatan şey oydu. Onun varlığı, nefes aldığını sırtımda göğüs hareketinden hissetmemdi, nefesini kulağımda hissetmem, kollarına dokunabiliyor olmamdı. Brandon… Her şeyiyle bana huzur, mutluluk veren tek kişiydi.
İçimdeki bu duygu yoğunluğuyla yerimde kıpırdandım ve Brandon’dan hafifçe uzaklaşarak ona döndüm. Şaşkın bakışlarla bana bakıyordu. Ellerimi suyun altından çıkardım. Köpüklü olmasına aldırmadan yüzünü ellerimin arasına aldım ve dudaklarımı dudaklarına yanaştırdım. Ne yapmaya çalıştığımı fark edince gülümsedi ve ben ona yaklaşmadan o bana yaklaştı.
Dudaklarını dudaklarımda hissetmek bile beni liseli âşıklar gibi heyecanlandırmıştı. Sanki ilk defa dokunuyormuş gibi kalbimi attırmıştı. Her ne kadar bütün gece bedenlerimizle hasret gidermeye çalışmışsak da aslında ikimizin de içindeki hasretin kolay kolay son bulmayacağını bu öpücükle belli oluyordu.
“Senden uzak kalamıyorken nasıl gideceğim bilmiyorum…” diye mırıldandım dudaklarımız ayrıldığında. Brandon iç çekerek bana sarıldı ve kendine doğru çekti. Bacaklarımı bacaklarının üzerine atarak yan oturdum ve başımı Brandon’ın boynuna gömdüm.
“Benimle kal burada… Pazartesi birkaç saat yalnız kalacaksın sonra toplantıdan sonra seninle evimize gideriz. Ne dersin?” Hevesli bir şekilde konuşunca başımı kaldırıp ona baktım. Sesindeki yumuşak tınının aksine ifadesi son derece ciddi görünüyordu. İç çekerek başımı önüme eğdim.
“Marcus ile yeni çalışmaya başladım ve büyük bir projede çalışıyorum onu yüz üstü bırakamam…”
“Peki ya biz Ashley? Daha ne kadar ayrı kalacağız? Bir hafta? Bir ay? Yıllar? Projeler kolay kolay bitmez… Bu çok uzun süren bir ayrılık getirecek… Bunu yapma… Benimle gel!”
“Seni seviyorum Brandon…” Cevap veremeyeceğimi bildiğim için en kolay kaçış yolunu deneyerek duygularımı kelimelere vurdum ve ondan ayrılmak istemiyormuş gibi iyice sokuldum.
“Bende seni seviyorum sevgilim!”
Ne kadar öyle kaldık bilmiyorum ama karnım guruldayınca Brandon gülmeye başladı. Acele etmeden sanki bütün zamanlar bizimmiş gibi yıkandık. Daha önce böyle eğlenceli bir banyo yapmamıştım. Brandon bütün vücudumu sabunlarken bende onun saçlarını yıkamıştım. Saçlarıyla oynamama kızmıştı ama gülerek başını ellerimden kurtarmaya çalışmıştı. Kahkahalarla banyomuzu tamamladıktan sonra havluya sarılıp odaya girdik. Ben üzerime pantolon ve kalın bir tişört giyindim. Brandon ise dün geceki takımının pantolonunu ve gömleğini giydi. Dudaklarımdan öperek odasına gitti. Bende bu sırada saçlarımı kuruttum ve dalgalarını fırçayla belirginleştirdim. Brandon saçlarımın dalgasını seviyordu biliyordum ve onun için bunu yapabilirdim.
Ben saçlarımla uğraşırken kapı çaldı. Sanırım Brandon üzerini değiştirip gelmişti. Gülümseyerek kapıyı açtığımda karşımda Marcus’u gördüm. İç çekerek somurttum. Marcus ise umursamayarak içeriye girdi. Kapıyı kapatıp ona döndüğümde gözlerinin yatakta olduğunu gördüm. Yatağa bakınca pek de uslu durmuşuz gibi görünmüyordu. Darmadağınıktı ve nedense utanmıştım. Özellikle odayı toplamamıştım. Her tarafta eşyalarım vardı.
“Sanırım Brandon ile her şey yolunda! Ne dersin?” Marcus sözünü bitirirken bana dönmüş, bir elinde elbisem vardı diğer eliyle de yerdeki iç çamaşırlarımı gösteriyordu. Hızla yanına ilerledim ve yerden iç çamaşırlarımı alıp elinden elbisemi kapıp çantamın içine tıktım.
“Her şey yolunda! Onunla gitmemi istiyor,” diyerek direk konuya daldım. Arkamı döndüğümde Marcus bana bakıyordu, ama gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir ifade vardı. Sanki kırılmış, kaybetmiş gibi bir ifade… Kaşlarımı çatarak ona baktım.
“Sanırım yeğenimi kaybediyorum. Tekrardan!”
“Böyle yapma. Proje bitene kadar seninleyim, ama o benim kocam ve onu ne kadar sevdiğimi biliyorsun… Ona ihtiyacım var Marcus…” diyerek ona yanaştım ve ilk defa… Hayatımda ilk defa ona sarıldım. Marcus’ta bunun şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra bana sarıldı. Sonra bir adım geri çekilerek yüzümü ellerinin arasına alıp gözlerimin içine baktı. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklara rağmen genç ve yakışıklı görünüşü sanki zamana meydan okuyor gibiydi.
“Baban eğer bir gün onlara bir şey olursa bana emanet olduğunu söyledi ve ben onun güvenini boşa çıkarmak istemiyorum Ashley. O adamı ne kadar seversen seni bir kere incitti bunu tekrar yapabilir… İyi düşün ve doğru bir karar ver…” dedikten sonra alnımdan öptü ve arkasını dönerek kapıya doğru ilerledi.
“Ona ihtiyacım var. Ona… Sadece ona ve aşkına…” Sözlerimi duyduğunda durup arkasını döndü ve anlayışlı bakışlarla ve gülümsemeyle başını salladı.
“Eğer benimle geleceksen, uçağımız bu gece on ikiyi yirmi beş geçe…”
Marcus odadan çıktıktan sonra ellerimi saçlarımın arasına geçirdim ve derin bir nefes aldım. Daha sonra, onunla gideceğimi bildiğim için, eşyalarımı yerleştirmeye başladım ve çantamı hazırladıktan sonra montumu giyip çapraz çantamı taktım ve diğer küçük çantamı kapının kenarına koyup odanın anahtarını alarak odadan çıktım. Brandon’ın kapısını çalacağım sırada açıldı. Brandon gülümseyerek bana bakıyordu. Odadan çıkıp kapıyı kapattı ve elimi tutarak otelin koridorunda yürümeye başladık.
Asansöre binince Brandon’a Marcus ile aramda geçen konuşmayı anlattığımda elimi bırakıp kolunu omzuma attı ve beni daha çok kendine çekti. Başımı derin bir nefes alarak omzuna yasladım. Asansörün kapıları açılınca kolumu Brandon’ın beline doladım ve onunla beraber otelden çıktık.
Paris’in sokaklarında soğuk havası altında birbirimizle ısınmaya çalışarak yürüdük. Esen rüzgar yüzüme çarptıkça Brandon’a sokuluyordum. Ağır yürüyüşümüze rağmen ikimizin de keyfi yerindeydi. Ya da ben öyle düşünüyordum. Benim fazlasıyla yerindeydi çünkü. Gerçi Brandon’a baktığımda onunda dudakları kıvrılmış gözleri parıldayarak etrafına bakınması benim gibi hissettiğini düşünmeme yetmişti.
“Nereye gidiyoruz?” diye mırıldandım. Brandon sanki yolları biliyormuş gibi yürüyordu.
“Eyfel Kulesi’ne karşı yemek yeriz ne dersin? Kahvaltı saatini geçtik ama hafif bir şeyler yeriz.”
“Çok romantik görünüyor!”
Bir süre daha yürüdükten sonra Brandon’ın bahsettiği restorana geldik. Eyfel Kulesi manzaralı ve insan kalabalığının arasında yükselerek gökyüzüne uzanışına karşılık yemeklerimizi yemek için cam kenarında bir masaya oturduk. Brandon mükemmel bir şekilde Fransızca konuşarak bir şeyler dedi. Ben hiç bilmiyordum ve onun bu kadar mükemmel bildiğini de bilmiyordum. Şaşkınlık içindeki bakışlarımı görünce sırıttı.
“Fransızlarla çalışınca öğrenmek zorunda kalıyorsun.”
“Kendi dilin gibi konuşacak kadar mı?” diye dalga geçerek sormamın karşılığında gülerek başını salladı.
İç çektim. Bu adamın bir gün mükemmel olmayan bir özelliğini keşfedecek miydim merak ediyordum.
Bir süre sessizlik içinde dışarıyı izledik ve sonra yemeklerimiz geldi. Ben mönüye bile bakmamıştım ama Brandon en sevdiklerimden sipariş etmişti. Gülümseyerek ona baktığımda bana gülümsüyordu.
Öylesine şeylerden bahsederek yemeğimizi yedik. Aralarda güldük, bazen de somurttum. Brandon bir ara bana diğerlerinden bahsetti. Lucy evliliği için hazırlıklara başlamış. Onun heyecanını ve Alex’ın şimdiden sıkılışını anlatıyordu. Bundan ayrı bir zevk alıyor gibiydi.
“Brandon, tekrar beraber olduğumuzu öğrendiklerinde ne diyecekler?” diyerek sorduğumda sesimin titrediğini fark ettim. Ama önemsemedim. Onların Brandon için önemini biliyordum. Eğer karşı çıkarlarsa ne yapardı bilemiyordum.
“Aramızda geçenler boyunca senin yanındaydılar… Hepsi senin arkandaydı açıkçası. Sanırım buna çok sevineceklerdir.”
Brandon’ın sözleri üzerine gülümsedim. İçim rahatlamıştı. Artık bir şekilde tekrardan bir şeyleri düzene sokardık illaki… Bunun üzerine çok düşünerek stres yapmanın, üzülmenin bir anlamı yoktu bence…
Yemeklerimizden sonra beraber Eyfel Kulesi’ne çıktık. Sanki şehir ayaklarının altında gibi görünüyordu. Havanın kararmak üzere olmasına karşılık, yüksekten güneş başını izledik. Ben tırabzanlara dayanmıştım Brandon’da arkamdan sarılmıştı. Sıcak nefesini arada boynumda hissederek güneşin batışını izledik. Onun kollarında sanki başka bir diyarda gibiydi. Bir rüyayı yaşıyor gibi…
Karanlık iyice çöktükten sonra biraz etrafta dolandık. Biraz alışveriş yaptık. Birkaç parça şey aldım. Dean ve Justin için… Hatta Kate ve Clara’ya bile aldım. Küçük Paris anılarıydı…
Saat dokuz gibiydi otele döndük. Direk benim odama çıktık. İçeriye girince çantamı ve montumu çıkarıp kapının kenarındaki çantamın üzerine bıraktım. Brandon’a montunu çıkarıp yatağın kenarına bıraktı. Televizyonun yanına gitti ve müzik kanallarından birini açtı. Kapının kenarında durmuş onu izliyordum. Kumanda elinde koltuğa gidip oturdu. Bana gülümseyerek koltuğun kenarına vurdu. Gülümseyerek yanına gittim. Yanına oturmak yerine koltuğa uzandım ve başımı Brandon’ın bacaklarına koydum. Brandon bir elinde kumanda ile televizyona bakarken bir eliyle de saçlarımla oynuyordu. Bir ara saçlarımdaki eli durdu ve müziğin sesi yükseldi.
“Bak bu şarkıyı çok seviyorum,” diyerek müziğin sesini biraz daha açtı.
Başımı çevirip televizyona baktığımda Whitney Houston’ı gördüm. Onun bir klibiydi. Ekranın sağ üst köşesinde “I Have Nothing” yazısını okuyunca gülümsedim. Bu şarkıyı biliyordum. Sözleri aslında ne kadar doğruydu bizim için…
“Eğer sen yoksan, hiçbir şeyim yok!” diye şarkının sözlerini tekrarladı. Sözleri üzerine gözlerim doldu ve yerimde doğrularak kollarımı Brandon’a doladım ve başımı boynuna gömdüm.
“Gitmek istemiyorum…”
“Sevgilim, merak etme tekrar beraber olacağız. Önce git oradaki işini bitir ve bana gel!” diyerek elini saçlarımda dolaştırdı.
“Bana tekrar sevgilim diyecek misin?” Brandon, sesimdeki mızmız çocuk tınısını duyduğunda güldü. Kollarımı tutarak beni geri çekti ve gözlerimin içine bakarak konuştu.
“En az elli yıl daha deme gibi bir planım var.” Elimle gözyaşlarımı sildim. Bu şekilde ondan ayrılmayı hiç istemiyordum.
Beni kollarının arasına aldı ve gitme zamanım gelene kadar bu şekilde oturduk. Sessizce… Hiçbir kelime dudaklarımızdan çıkmadan… Sadece kalp atışlarımız odayı dolduruyordu… Zaten o kadar hızlı atıyorlardı ki sanki bir ritim tutuyorlardı.
Saat on buçuk olmuştu ve biz hala gitmek için bir atılım göstermemiştik. Zaten gitmek istemiyorken bir şeylerin beni iteklemesi gerekiyordu ve Brandon’da bunu yapacak son kişi gibiydi. Aslında gibisi fazlaydı… Yapacak son kişiydi. İç çekerek Brandon’a biraz daha sokulduğumda elini sırtımda dolaştırdı.
“Gitme vakti değil mi?” diye mırıldandı. Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki dudakları kulağımın çevresinde dolanmasaydı duymayabilirdim.
“Sanırım…”
Brandon’da benim gibi iç çekti ve kollarını çekerek beni bıraktı. Sessizce ayağa kalktı montunu üzerine giyindi. Gözlerim dolarak bende ayağa kalktım ve üzerimi giyinip çantamı taktım. Brandon kapının kenarından çantamı altı ve kapıyı açtı. Anahtarı alıp odaya son kez göz gezdirdim. Gözlerim istemsiz olarak yatağa odaklanmıştı. Gözümden bir damla yaş aktı. Bu aralar çok mızmız olmuştum sanırım. Her şeye ağlar hale gelmiştim.
Brandon düşüncelerimi anlamış gibi arkamdan belime sarıldı ve dudaklarını şakaklarımda hissettim. Beni kendine çekti ve çantayı yere bırakarak kapıyı kapattı. Eğilip çantayı alırken de belimdeki elini bırakmadı.
Otelde resepsiyona doğru ilerleyip anahtarı bıraktığımızda Marcus’un odanın ücretini ödediğini öğrendim. Brandon garip bir şekilde kaşlarını çatmıştı, Marcus benim neyim olduğunu umursamıyordu sadece patronum ve benimde onun çalışanı olmam daha önemliydi onun için. Akrabalığımızın önemi yok gibiydi.
Yol boyunca Brandon sessizliğini korudu. Hiçbir şey söylemedi. Taksideyken bile sadece yanımda oturmuş ve sessizce elimi tutmuştu. Bu şekilde gitmek ve Brandon’ı geride bırakmak o kadar zor geliyordu ki… İç çekerek başımı Brandon’ın omzuna dayadım. Brandon, boştaki elini kaldırıp yanağıma dokundu. Gülümsedim… Dudaklarını alnımda hissettiğimde ise gülümsemem sırıtmaya döndü. Başımı kaldırıp ona baktığımda onunda bana sırıttığını gördüğümde sanki içimdeki bütün huzursuzluk uçup gitmişti.
Havaalanına girip de bilet kontrolüne doğru ilerlerken saatine bakarak dikilen Marcus’u gördüm, Brandon’ın elini hafifçe sıkarak dikkatini çektiğimde bana baktı. Gözleri iki çakmak gibiydi. Kaşlarımı kaldırarak baktım ona…
“Hiç boşuna yumuşamamı isteme. Kollarımın arasından karımı alıp gidecek. Kim olduğu umurumda bile değil…” diyerek çıkıştı. İç çekerek ona yaklaştım ve yürümeye devam ettim. Ne sesimi çıkarabilirdim ne de bir tepki verebilirdim, haklıydı biliyordum.
“Geleceğinden ümidimi kesmeye başlamıştım Ashley,” diyerek Marcus bana yaklaştı. Gözlerinde garip bir parıltı vardı.
“Geleceğimi söylememiş miydim?” Marcus beni duymazdan geldi ve direk Brandon’a baktı.
“Bay Veldone?”
“Bay Godwin.” Aralarındaki gerilimde boğulurmuş gibi hissettim bir an için. Ama hislerimi sanki anlamış gibi Marcus bana baktı ve biletimi uzattı. İç çekerek aldım bileti elinden.
“Şanslıyız ki Bay Veldone’ın uçağında sana yer bulabildim. Gerçi yan yana değil koltuklar ama onunla da siz ilgilenirsiniz…” sediğinde şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırarak baktım.
“Biletimi mi değiştirdin?” diye mırıldandım hayretle. Gülümseyerek başını salladı.
“Geleceğinden emindim Ashley ve senin mutlu olduğunu gördüm dolayısıyla bunu biraz daha uzatabilirim diye düşündüm. Belki Bay Veldone’la gitmek istersin diye düşündüm. Aslında belki bir hafta eşinle kalıp geri gelir projeyi bitirirsin diye umuyorum… Ama yine de seçim senin… Projeyi takma kafana bir şekilde hallederim ben.” Sözleri bitince Brandon’ın elini bırakıp ona doğru birkaç adım atarak sarıldım. Gülerek bana sarıldığını hissettim.
“Teşekkür ederim Marcus… Sanırım kısa bir tatile ihtiyacım var.”
“Görüşürüz Ashley. Tanıştığımıza sevindim Bay Veldone. Ashley size emanet… Umarım bu sefer emanetinize ihanet etmezsiniz.” Marcus on sözü söyleyip arkasına bakmadan ve bir şey söylememize izin vermeden yanımızdan ayrıldı. Söylediği şeyin farkında olarak endişeli bir şekilde Brandon’a döndüğümde bana gülümseyerek bakıyordu.
“Biliyor musun? Lafı gediğine koyma gibi muhteşem bir huyu var sanırım… Sözlerinde zamanlamasını harika ayarlıyor… Ama hakkımda bilmediği bir şey var. Ben asla aynı hatayı ikinci kez yapmam…” diyerek yanıma geldi ve kollarını belime dolayıp kendine çekerek beni derin ve mutlulukla öptü.
Dudaklarımızı ayırdığımda başımı Brandon’ın omzuna dayadım ve kollarımı beline doladım. Brandon bir kolumu belimden çekerek elimden bileti aldı ve katlayıp cebine koydu. Ardından diğer kolumu da çekerek elimi tuttu ve havaalanından çıkışa doğru ilerledik.
“Biliyor musun bana dokunmadan duramıyorsun?” diyerek sırıttı bana bakarak. Gözlerimi kısarak baktığımda kahkaha attı.
“İstemiyorsan dokunmam sorun değil. Acaba odamı başka birine vermişler midir?” diye mırıldandım sırf inat olsun diye.
“Bence cevabı o kadar önemli değil, ne de olsa benim odamda kalacak ve benim yatağımda yatacaksın! Seni kollarımın arasına alacağım ve kokunu içime çekerek huzur içinde uyuyacağım sevgilim…”
Sözlerine gülümsedim sadece. Brandon’da son sözü söylerken harika zamanlama ayarlıyordu. Bunu sanırım yeni fark ediyordum… Ama bundan şimdilik şikayetçi değildim. Elbette dışarıda söyleyebilirdi, ama eminim her şey eski haline dönüp, oturduğunda inatçı tarafım ona son sözü söyletmeyecek, tatlı atışmalara sebep olacak ve Brandon önceden yaptığı gibi baş edemeyince dudakları ile beni susturmayı deneyecekti…
Gözlerimi araladığımda başımı yanımda Brandon’ı bulabilmek umudu ile yana çevirdim. Ama tek gördüğüm boş bir yastık oldu. Sanırım gitmişti. Hiç uyumadan mı gitmişti bilmiyordum. Sabaha karşı Brandon’ın çıplak bedenine iyice sokularak gecenin yorgunluğuyla uykuya dalmıştım. Brandon’ın gidişini bile duymamıştım.
Derin bir nefes alarak yatakta gerindim. Kollarımı başımın üzerinden yastıkta birleştirdim ve başımı Brandon’ın yattığı tarafa çevirdim. Onunla uyumayı, son gördüğüm yüz ve ilk gördüğüm yüz olmasını ne çok özlemiştim.
Dudaklarımın kıvrılmasına engel olamıyordum. İçimdeki o gülümseme isteği hiç bitmeyecek gibiydi. Sanırım keyifli ve Brandon’la olmamdan kaynaklanıyordu.
İç çekerek yatağın sıcaklığından ve Brandon’ın sinmiş olan kokusundan ayrılarak yataktan kalktım ve çıplaklığıma aldırmadan banyoya girdim. Sonucunda odada yalnızdım ve bu biraz da olsa rahat hareket etmemi sağlıyordu.
Sıcak su bütün vücudumu gevşetirken kendimi rahatlamış hissetmeme neden oldu ama nedense huzur verici değildi. Saçlarımı şampuanladım ve güzelce duruladım. Suyun altından çıkıp banyo dolabından havlu aldım ve vücuduma sardım. Bir tane daha alıp saçlarımı kurulayarak odaya girdiğimde kapı açıldı. Kim olduğuna bakmadan banyoya girdim ve kapının arkasına saklanıp başımı odaya uzattım.
Brandon… Sırıtarak bana bakıyordu. Onu görünce derin bir nefes alarak kapının arkasından çıktım ve elimden yere bırakmış olduğum havluyu aldım.
“Korkmana gerek yoktu. Sence kim kapıyı çalmadan açma cesaretini gösterebilir ki?” diyerek gözlerini devirdi yatağa doğru ilerlerken.
“Tabi, kapı açılsa içeri bir kadın girse ve sen sadece havluyla olsan bir sorun teşkil etmezdi, değil mi?” Bu sırada çantamın olduğu yere gidip içinden giyecek bir şeyler çıkardım. Keşke yanıma daha fazla bir şeyler alsaydım.
“Aslında bu kadın sen olursan bir sorun teşkil etmez. Ama başkasını isteyeceğimi sanmıyorum. Bu arada yeni mi kalktın sen?”
“Evet…” dedim iç çamaşırımı havlumu çıkarmadan giydim. Brandon’ın kıkırdama sesini duyduğumda başımı çevirip ona baktım. Kendini yatağa bırakarak kıkırdaması gülme boyutuna ulaştı. İç çektim ve havluyu çözüm kenara koltuğun üzerine bıraktım ve kotumla tişörtümü giyindim.
“Saat ikiye geliyor. Yeni kalktıysan sabah kahvaltısı için geç kaldın. Öğle yemeğini yemeye pek vaktimiz yok, tabi sen hala aheste hareket edeceksen.”
“Uçak kaçta? Ufff Brandon neden beni giderken kaldırmadın?” diyerek sitem edercesine konuştum ve bir yandan da saçlarımı kurutmaya çalışıyordum.
“İki saatimiz var…”
Birkaç dakika boyunca sessizce durduk. Ben saçlarımı fönle kuruturken Brandon yatakta yanlamasına uzanmış yastığı da başının altına koymuş beni izliyordu. Arada gözlerimiz tuvalet masasının aynasında denk geliyordu. Gülümsüyor öpücük atıyordu. Bende ona gülümsemekle kalıyordum.
Benim içim bittikten sonra eşyalarımızı yerleştirdik ve Brandon hem benim hem de kendi çantasını alıp kapıyı açtı. Bende kol çantamı alıp Brandon’ın yanına gittim. Beraber yürümeye başladık.
Otelin resepsiyonuna geldiğimizde, Brandon’ın kokteylden beraber çıktığı kadını gördüm. Orada duruyordu. Hatta Brandon’ı görünce gülümsedi. Her ne kadar aralarında bir şey olmadığını bilsem de yalnızca çalışanı olsa da içimde kıskançlık oluşmaya başlamıştı. Refleks olarak elimle Brandon’ın elini tuttum. Brandon başını bana çevirip gülümsediğinde bende ona gülümsedim, ama gözlerimde ne gördü veya bakışlarımdan bir şey mi anladı bilmiyorum birden tek kaşını kaldırıp o kadına çevirdi bakışlarını ardından başını sallayarak güldü. Umursamadan yanında yürüdüm.
Resepsiyonda ücret holdinge fatura olarak kesildikten sonra üçümüz beraber taksiye bindik. Brandon öne oturmuş ve bende o kadınla arkada oturuyordum. Brandon her ne kadar bizi tanıştırmış olsa da, tanıştırırken de özellikle eşim diye tanıtmıştı, yine de kadına bir sempati duymamıştım. Sanırım birine şüpheci yaklaştım mı bir daha ısınamıyordum.
Havaalanına geldiğimizde, Brandon benim henüz bir şey yememiş olduğumun farkında olduğundan içerideki kafelerden birine soktu. Ben hafif yiyecek bir şey isterken onlar sadece kahve istemişlerdi. Brandon benim yanıma oturmuştu, buna içten içe çok sevinmiştim. Arkama yaslanmış bir elim masanın üzerindeyken bir elimde masanın altından Brandon’ın bacağının üzerine koymuştum. Brandon bu davranışıma sırıtarak bakmış ama bir şey dememişti. Zaten bu durumda da ne diyebilirdi. Girebileceğimiz bir yatak yoktu şuanda…
“Bayan Kemseng, sakıncası yoksa eşimle yerlerinizi değiştirir misiniz?” diye Brandon’ın sesiyle başımı çevirip ona baktım. Şaşırmıştım… Hemen elimi geri çektim bacağından ve elimi masanın üzerine çıkarıp birleştirdim.
“Nasıl? Ne demek istediğinizi anlamadım Bay Veldone?”
“Ashley’nin biletini daha sonradan alındığı için iki sıra önde orta sıradan bir yerde oturuyor. Sizin yerinizle benimki de yan yana. Eğer bir sakıncası yoksa yer değiştirebilir misiniz?” Brandon’ın açıklaması üzerine gözlerimi kapatıp başımı eğdim ve sessiz bir oh çekerek nefesimi verdim. Tanrım neler düşünmüştüm böyle. Sanırım henüz Brandon’a sonsuz bir güven kazanmamıştım. Umarım Brandon bunu fark etmezdi… Aramızda güven problemi varken benimle beraber olmak ister mi bilemiyordum. Bunun düşüncesi bile canımı acıtmaya yetmişti.
“Ah… Tabi ki. Benim için hiç sorun değil.”
Bayan Kemseng kendi biletini Brandon’a vererek benim biletimi aldı. Bu sırada siparişlerimizde gelmişti. Ben tostumu yerken onlar iş hakkındaki konulara girmiş kahvelerini içerek konuşuyorlardı. Konuştukları konu hakkında en ufak bir fikrim olmadığından sessizce dinledim onları. Hala ellerim masanın üzerindeydi. Hatta bir elimle tostumu tutarken diğer ile de çayımı yudumluyordum.
Bir anda bacağımda bir gıdıklanma hissettim ve elimi masanın altına götürdüğümde bir el elimle buluştu. Başımı çevirip Brandon’a baktığımda sandalyesinde arkasına yaslanmış sol elinde fincanı dudaklarına yaklaştırmış dudaklarında hafif bir tebessüm ile Bayan Kemseng’i dinliyordu. Parmaklarını parmaklarıma geçirdiğinde bende ona aynı şekilde karşılık verdim. Çayımdan bir yudum daha alıp masaya bıraktım ve bende arkama yaslandım.
Uçağımızın anonsuna kadar bu şekilde oturduk, Brandon ile Bayan Kemseng konuştular bense hiçbir şey anlamadan dinledim. Uçak anonsumuz yapıldığında bilet kontrolüne gittik ve oradaki işimiz bittikten sonra ve eşyalarımızı bagaja verdikten sonra uçağa bindik. Bayan Kemseng benim olan yere geçti oturdu bende Brandon’ın yanındaki yere oturdum. Uçak havalandıktan sonra Brandon elimi avuçlarının arasına aldı ve başını omzuma dayadı.
Başını koltuğuna dayayıp bana bakan Brandon, “Biraz uyusam sıkılmazsın değil mi?” diye mırıldandı.
“Hayır, sıkılmam. Muhtemelen hiç uyumadan gittin toplantıya…”
“Evet, ve şimdi uyuyacağım. Çünkü uzunca bir yolumuz var. Bu arada, bizimkilerle görüştüm. Lucy’in düğün hazırlığı işkencesinden kaçarak çiftlik evine gitmişler. Gerçi George ve Betie yarın sabah dönüyorlarmış ama Charles ve Lisa hala orada. Bizde onların yanına gideriz. Bir haftamız var ve işe giderek vakit kaybedip, zamanımı harcamak istemiyorum.”
“Sen nasıl istersen kocacığım. Bu hafta senin emrindeyim…” diyerek mırıldandım. Aslında bende Brandon gibi düşünüyordum. Bir haftalık sürede zamanımız çok değerli olacaktı.
“O zaman son karar ilk gecemizi evimizde geçirelim, dinleniriz. Ardından da onların yanına gideriz.”
Başımı onaylarcasına sallarken fısıldayarak konuştum. “Hadi biraz uyu…”
Brandon’ın bir süre sonra derin nefesler aldığını hissettim. Başımı eğip baktığımda uykuya çoktan dalmış olduğunu gördüm. Başımı koltuğumda geriye yasladım ve bende bir süre için gözlerimi kapattım. Ne de olsa uzun bir uçak yolculuğu olacaktı…
***
“Brandon, aşkım… Uyanmalısın uçak inmek üzerek…” diye fısıldadım bir elimle Brandon’ın elini tutarken diğer elimle de saçlarını okşuyordum.
Brandon o kadar seslenmeme karşılık pek bir tepki vermedi. Kulağına doğru yaklaşarak fısıldanmaya devam ettim. Yerinde kımıldamadı ama başını boynuma biraz daha yaklaştırdı ve dudaklarını boynumda hissettiğimde gülümsedim. Uyanmıştı.
Başımı çeviri baktığımda bana gülümsedi. Dudaklarını uzattı. Reddetmeden dudaklarımı ona yaklaştırdım ve öptüm. Küçük bir öpücük olma yolundan saparak alevlenmeye başlayan öpücüğümüz pilotun iniş anonsu ile bölümdü. Brandon’ın iç çekerek uzaklaşması ve kemerini bağlaması üzerine bende oturduğum yerde biraz dikleştim.
Uçak indikten sonra Brandon elimden tuttu ve çantalarımızı almak için bagaj bölümüne ilerledik. Bu sırada Bayan Kemseng yanımızda sessizce yürüyordu. Aslında garip bir şekilde hoşlanmamıştı bu kadından. Ya hemcinslerime karşı güvenimi yitiriyordum ya da… Kendime güvenimi yitiriyordum. Bilmiyorum…
Derin bir nefes aldım ve düşündüklerimi kendime saklama çabasıyla Brandon’ı çantalarımızı alırken izledim. Yanıma geldiğinde Bayan Kemseng’in gelmesini bekledik, o da geldikten sonra havaalanının çıkışına yöneldik.
Havaalanının içinde yürüyüşümüz boyunca arada çaktırmadan Bayan Kemseng’e bakıyordum ve garip bir şekilde ya ellerimize ya da Brandon’a bakarken yakalıyordum. Bu içimde garip duyguları oluşturmaya başlıyordu ve kalbimdeki yeni sarılmış yarayı yeniden açıyor gibiydi. İç çektim. Ardından derin bir nefes aldım. Sanırım Brandon’ın dikkatimi çekmiştim ki elimi sıktı. Ona dönüp baktığımda sorarcasına kaşlarını kaldırmıştı. Omuz silktim. Nasıl cevap verecektim bilmiyordum ki cevap verirsem aramızın bozulmasından da korkuyordum. Tekrardan ayrılmaya dayanamazdı kalbim bundan emindim. Ne kalbim ne ruhum ne de bedenim buna dayanamazdı…
Düşüncelerime öyle dalmıştım ki Brandon’ın elimi bırakmasıyla dikkatim dağıldı. Havaalanından çıkmış, otoparka gelmiştik ve Brandon’ın arabasının yanında duruyorduk. Brandon çantaları bagaja koydu ve garip bir şekilde Bayan Kemseng öne doğru atılım yapmaya başlamıştı ki ondan önce davrandım ve ön kapıyı açıp oturdum. O da zorunlu olarak arkaya geçti.
Brandon’da arabaya bindikten sonra bana garip bir bakış attı ama hiçbir şey söylemedi. Başını sallayarak önüne döndü ve arabayı çalıştırıp ilerlemeye başladık.
Bu şehri özlemiştim, aslında buraya ilk gelişimle başlayan anılarımı özlemiştim. Brandon’la geçirdiğimiz kaçamak dakikalardan, küçük tartışmalara, aşk dolu anlarımıza kadar her şeyi sanki tekrardan yaşıyor gibiydi.
Başımı koltuğa dayayıp ellerimi kucağımda birleştirdim ve başımı yan çevirip camdan dışarıyı izleyerek anılarımın beni ele geçirmesine izin verdim. Acı tatlı her bir anının tadını çıkarıyordum. Beni bu şehre neyin bu kadar çok bağladığını yeni yeni çözüyordum. Aslında hayır çözmüyordum… Kendime itiraf ediyordum…
“Teşekkürler Bay Veldone. Yarın holdingde görüşmek üzere. Unutmayın sabah onda genel toplantı var,” diye Bayan Kemseng’in sesi ile düşüncelerimden ayrıldım ve başımı çevirerek arkaya baktım.
“Hafta sonu bana eşlik ettiğiniz için teşekkürler Bayan Kemseng.”
Brandon’ın sesindeki samimiyeti duyunca bakışlarımı ona çevirdim. Gülümseyerek bakıyordu kadına. Üstelik sadece dudakları ile değil gözleriyle de gülümsüyordu. Zaten sesi de iyice nazikleşmişti sanırım…
“Umarım tekrar görüşürüz Bayan Veldone.”
“Umarım. İyi akşamlar.” Sesim ne Brandon’ınki kadar nazik ve samimi ne de onunki kadar saygılı çıkmıştı. Sert ve birazda resmi bir ses tonuyla konuşmuştum. Bu biraz kadının gülümsemesini soldurmuştu ama önemsemeden önüme dönüp yola baktım.
Kadın arabadan indi ve Brandon’da bana neler oluyor dercesine bir bakış atıp arabadan indi. Dikiz aynasından onları izliyordum. Brandon bagajı açıp kadına çantasını verdi ve kadınla tokalaştılar. Kadının binaya girene kadar peşinden baktı Brandon ve daha sonra arabaya bindi. Sesimi çıkarmadan önüme çevirdim bakışlarımı ve etrafımı incelermişçesine bakmaya başladım.
Brandon arabayı çalıştırıp ilerlemeye başladığımızda aramızda garip bir şekilde gergin bir sessizlik başladı. Araba müzikte çalmıyordu ve aramızdaki tek ses nefes alışlarımızdı sanırım Brandon’ın nefes alışları biraz daha derin ve sinirli gibiydi.
Eve kadar aynı şekilde ilerledik, eve geldiğimizde ise Brandon arabayı park etti ve inip bagajdan çantaları aldı, bende o sırada arabadan inip yanına gitmiştim.
Beraber yukarıya çıkarken Brandon benden biraz önde ilerliyordu. Kapıyı açmak için mi, asansörü çağırmak için mi yoksa kızgınlığından mı bilmiyorum. Kendi çantasını bir elinde benim çantamı diğer elinde tutuyordu. Havaalanı çıkışında elimi tutmak için elini boşaltırken şimdi sanki bana dokunmak istemiyormuş gibiydi.
Daire kapısına geldiğimizde Brandon kapıyı açarken gözlerimi kapatıp derin nefesler aldım. Brandon kapıyı açıp içeriye girdi ve peşinden bende girdim. Sessizce ayakkabılarımı çıkarıp salona gittim. Brandon çantaları holde bırakıp yanıma geldiğinde kapının eşiğinde ellerini göğsünde birleştirmiş bana bakıyordu. Bakışlarımı yakaladığında direk gerginlik sebebi olan konuyu açtı.
“Arabadaki halin neydi öyle? Neler oluyor?”
“Bir şey olduğu yok. Sadece Bayan Kemseng’e pek güvenemiyorum o kadar… Sana karşı olan yakınlığı sinirimi bozuyor…” diyerek cevap verdim içimdekilerin bir kısmını söyleyerek. Sözlerimden sonra kaşlarını çattı ve derin bir nefes aldı.
“Bence bu güvensizlik sadece Bayan Kemseng’e karşı değil bana karşı da var değil mi?” dediğinde ne demek istediğini anladım.
Gözlerimi kapatıp başımı önüme eğdim. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Aslında kısmen doğruydu henüz Brandon’a ilk zamanlardaki gibi sonsuz bir güven duymuyordum ama yine de hiç güvenmiyor değildim.
Cevap vermekten kaçınmak için salondan çıkma kararı aldım. En azından mutfağa gidip bir kahve içebilirdim. Sanırım bunu yapabilirdim. Evet, en doğrusu buydu.
Aldığım kararla birkaç adım atarak Brandon’ın yanına ulaştım. Tam yanından geçip gidiyordum ki kolumdan tutup engelledi. İllaki cevap isteyecekti ve alana kadar da kolumu bırakmayacaktı.
Başımı kaldırıp ona baktığımda kaşlarını çatmış öfkeyle soluyarak bana bakıyordu. İç çektim ve kolumu ondan kurtarıp kapının kasasına sırtımı dayadım. Başımı önüme eğdim biliyordum ki ne kadar haklı olursam olayım düşüncelerimi onun gözlerine bakarak söyleyemezdim. İç çektim ve ardından düzgün cümleler kurabilmeyi dileyerek konuşmaya başladım.
“Aslında… Ben… Aynı şeyleri yaşamaktan o kadar korkuyorum ki… Sanırım zamana ihtiyacım var. Tekrar senin yanında birilerini görüp de… Bilmiyorum… Brandon inan ki paranoyaklaştığımı bile düşünmeye başlayacağım… elimde değil.”
Daha fazla konuşup saçmalamamak adına sustum. Brandon’a bakmaktan kaçınıyordum. Bir şeyler söylemesini bekliyordum, en azından önemli olduğunu ya da bunu beraber atlatacağımızı söylemesini istiyordum. Ama bir şeyler söylemesini istiyordum. Brandon ise hiçbir şey söylemedi. Daha fazla dayanamayarak başımı kaldırdım ve baktığımda o da benim gibi kapının kasasına dayanmış kollarını göğsünde birleştirmiş bana bakıyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm ve anlayışla dolu olan bakışlar vardı.
Birkaç adım atıp ona yaklaştığımda kollarını yanlarına indirdi hemen bir adım daha attım ve başımı omzuna dayayıp ellerimi göğsüne koydum. Brandon’a hemen kollarını belime dolayıp saçlarıma değdirdiği dudaklarını. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda Brandon’ın dudaklarını şakaklarımda hissettim. Ardından da nefesini kulağımda hissettim.
“Bayan Kemseng çok uzun zamandır bizimle çalışıyor. Kıskanmanı gerektirecek bir durum yok. Hem öyle bir durum olsa bile karım olduğunu o kadar vurguladıktan sonra hiç şansı olmadığının farkına varmıştır.”
“Havaalanında sana bakışlarını yakaladım. Birkaç defa baktı. Ellerimize, bana sarılışına bakıyordu. Sen onu eve bıraktığında…”
“Ashley! Gerçekten kendin kuruyorsun bunları, yok öyle bir şey… Ahh, Ashley… Sevgilim… Rahat ol… Güvenini tekrar kazanacağım ama bunda bana biraz yardımcı ol ve rahatsızlık duyduğun konuları kafanda kurmak yerine bana söyle. Anlaştık mı?” Kollarını daha da etrafımda sıkarak kendine iyice çekti beni. Ellerimi göğsünden çekerek, kollarımı beline doladım ve iyice sarıldım ona.
“Pekâlâ, sana inanıyorum, sanırım ben kurdum hepsini. Özür dilerim gerginlik yarattım boş yere.”
“Önemli değil. Neyse, şimdi işimize bakalım. Çantanda neler var, ben burada kalmak yerine çiftlik evine gideriz dedim. George ile konuştum bu hafta bizim. Çalışmayacağım ve beraber geçireceğimiz her anı doya doya yaşayacağız anlaştık mı? Cuma akşamı da bizimkiler bize katılacaklar. Ne dersin? Olur mu? Eğer başka bir plan yaparsan bana uyar. Yanımda olduğun sürece her şey bana uyar.” Planını anlattığında hoşuma gitmişti. Tekrardan eskisi gibi olmak için her şeyimi verebilirdim. Bu düşüncelerle başımı kaldırıp boynundan öptüm.
“Hoşuma gider tekrardan oraya gitmek. Seninle yalnız…” diyerek kıkırdadığımda Brandon’da güldü.
Brandon kollarını belimden çekip beni bıraktığında bende onu bıraktım ve Brandon çantalarımızı yukarıya odamıza çıkarırken bende peşinden gittim. Odaya girdiğimde kendimi bir an için garip hissettim. Sanki acısıyla tatlısıyla anılar yüzüme çarpmış gibiydi. İç çekerek yatağa gidip kenarına oturdum ve elimi yatak örtüsünün üzerinde gezdirdim. Bu yatakta bu odada geçirdiğim her anı şuan o kadar ulaşılmaz imkansız görünüyordu ki derin bir iç çekmeme neden oldu.
“Her şey eskisi gibi olacak sevgilim merak etme. Her şeyi eskisi gibi yapacağız.”
Brandon’ın duygu dolu sesiyle bakışlarımı ona çevirdiğimde bana bakıyordu. Gülümseyerek karşılık verdim sözlerine. O da gülümsedi ve dolabın başına dönerek yanına alacağı eşyaları çıkarıp yatağın üzerine attı. Daha sonra benim kıyafetlerimin bulunduğu kısma gitti ve dolabın kapaklarını açtı. Şaşkınlıkla gülümsedim. Her şey nasıl bıraktıysam o şekildeydi. Gülümsemem daha da büyüdü ve yatağın üzerine daha da çıktım ve yatağı ortalayarak oturdum. Brandon’sa benim kalın kıyafetlerimden birkaç parça kıyafeti yatağın üzerine attı ve küçük bir bavula her şeyi yerleştirmeye başladı. Ben yataktakileri katlayıp kenara koyuyordum o da alıp çantaya yerleştiriyordu.
“Senin çantanda lazım olacak herhangi bir şey var mı? Onu burada bırakalım.”
“Hayır, kol çantam yeterli. Her şeyim onun içinde.”
Yatak odasında işimizi bitirdikten sonra odadan çıktık ki karşıdaki oda gözüme çarptı. Kapısı aralıktı içerisi görünüyordu. Bu bebeğimiz için hazırladığımız bebek odasıydı. Elim istemsiz karnıma gitti ve gözümden bir damla yaş süzüldüğünü hissettim.
Oraya doğru bir adım attım ki Brandon kolumdan tutup beni engelledi ve kendine doğru çekti. Başımı onun göğsüne koyup elimle ağzımı kapatarak sessizce bastırılmış gözyaşlarımın akmasına izin verdim. Brandon ise beni sakinleştirmek için saçlarımı okşuyordu.
Bu acıyı tek başıma kaldıramamış bunun yerine, bununla yaşamayı öğrenmek yerine, unutmayı seçmiştim. Ama şimdi Brandon yanımdaydı ve… devamı yoktu. Biliyordum ki aynı acıyı o da yaşıyordu ve sadece bana yardım edecekti. Hayır, etmeyecekti. Biz birbirimize yardım edecektir…
“Brandon bence bundan sonra korunmalıyız…” diye fısıldadım çatallı çıkan sesimle. Brandon eli saçlarımda bir süre sabit kaldı. Derin bir nefes aldığını hissettim göğüs hareketinden. Başımı çekip ondan bir adım kadar uzaklaştım ve başımı kaldırıp Brandon’a baktığımda gözlerime bakıyordu.
“Neden?”
“Çünkü ilk bebeğimizde düşük yaptım ikincisinde bebeğimiz öldü ve ben… Bir üçüncüsünü… kaldıramam.” Brandon bana yaklaştı ve yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözlerindeki kararlı bakıştan beni vazgeçirmeye çalışacağının farkındaydım.
“Ne olacağını bilemeyiz ve yine aynı acıyı mı yaşayacağız sorusuyla da bir ömür geçmez Ashley. Hiç anne olmaya özlem duymayacak mısın? Ben baba olmak isteyeceğimden eminim. Sevdiğim kadından karımdan bir çocuğum olmasını istiyorum… Hemen vaz geçme… Bundan sonra her şey bizim için daha güzel olacakken niye bir parçamız olmadan yaşayalım ki?”
“Ben… Bilemiyorum… En azından bir süre…”
Devamını getiremedim ama Brandon’ın beni anladığından adım gibi emindim. Ki beni de yanılmadı ve gülümseyerek başını salladı. Dudaklarıma masum bir öpücük bıraktı ardından benden ayrılıp odanın kapısını kapattı ve yanıma gelip elimden tuttu ve aşağıya doğru inmeye başladık.
Üzerimize montlarımızı giyindikten sonra ayakkabılarımızı da giydik ardından evden çıkarak küçük tatilimiz için yola çıktık.
Yolda ilerlerken aklımdan milyonlarca düşünce geçiyordu ama aralarında tek tutunduğum orada Brandon’la geçireceğim zamanların hayaliydi. Ne olursa olsun kısa süreliğine de olsa Brandon’la güzel bir hafta geçirip gittiğimde de bu günleri anarak hasretimi bastırmaya çalışacaktım…
Gözlerimi araladığımda şoför koltuğunun boş olduğu gördüm. Sanırım uyuyakalmıştım. Yerimde gerinerek etrafıma bakındım. Bir benzin istasyonunda durmuştuk. Sanırım Brandon’da istasyonun marketine girmişti görünürde yoktu. Kapıyı açmayı denedim ama kilitliydi. Anahtarı da almış, eee normal bir davranıştı. Kim içeride karısı uyuyorken arabanın kapılarını açık bırakırdı ki. Başımı tekrardan geriye yasladım ve gözlerimi kapattım.
Birkaç dakika sonra vücuduma değen soğuk hava dalgasıyla titreyerek gözlerimi araladım. Yüzümde hissettiğim elle başımı çevirdiğimde Brandon benim kapımı açmış bana doğru eğilmiş gülümsüyordu.
“Bir tanem bir şeyler ister misin? Uçaktan indiğimizden beri hiçbir şey yemedin.”
“Bir şey istemiyorum. Ne kadar yolumuz kaldı?” diye mırıldandım hafiften titreyerek dik oturmaya çalışırken.
“Aslında bir saatlik yolumuz kaldı ama kar yağışı yüzünden bu bir saat uzayacaktır.”
“O zaman bana soğuk sandviç ve yanına içecek bir şeyler alırsan sevinirim,” dediğimde gülümseyerek dudaklarımdan öptü ve ardından kapıyı kapatıp markete doğru yürüdü.
Montumun içine iyice yerleşerek arabada oturdum. Arabanın içi soğumak üzereydi ya da ben üşümeye başlamıştım bir anda bilmiyorum.
Brandon geldiğinde hemen arabayı çalıştırdı ve klimayı açarak içerinin ısınmasını sağladı. Daha sonra elindeki poşetti bana uzattı hemen aldım ve Brandon hemen arabayı çalıştırdı ve biraz ilerideki park yerine doğru ilerledi. Arabayı bulduğu boş yere park etti ama arabayı durdurmadı, çalışır haldeydi. İçerisi ise ısınmaya başlamıştı.
Brandon daha sonra elimden poşeti aldı ve içinden bir soğuk sandviç çıkarıp bana verdi ve yanından da meyve suyu. Elinden alıp sandviçin jelatinini çıkardım ki Brandon kendine de almıştı. Kendininkini yemeye başlamadan önce arabada ses olması için radyoyu açtı. Daha sonra ikimizde sessizce yiyeceklerimize odaklandık.
Hava kararmış ve caddedeki lambalarla aydınlanmaya başlamıştı dışarısı. Karınlarımızı doldurduktan sonra daha da geç kalmamak için Brandon arabayı park yerinden çıkarıp yolda ilerlemeye başladı.
“Orada ne gibi planların var? Evde mi duracağız hep?” diyerek sordum bir konuşma konusu açmak için yoksa bu sessizlikte tekrardan uyuyacaktım ve bazen gerçekten kötü bir yol arkadaşı olduğumu düşünüyordum.
“Şimdilik bir plan yapmadım. Gidelim de bir daha sonra beraber karar veririz.”
“Bana etrafı gezdirir misin? Daha önce hiç gitmemiştim ve geçen seferlerde de beni götürdüğünde hep evdeydik dışarıya çıkmamıştık hiç.”
“Gezdiririm, eğlenecek vakit öldürecek bir şeyler mutlaka buluruz merak etme sevgilim.”
Brandon’ın son sözlerinden sonra arabada yine bir sessizlik oldu. İç çektim gerçekten bazen bu sessizlik sıkıcı boyuta geliyordu. Başımı koltuğa dayayıp dışarıyı izlemeye başladığımda gözlerimin tekrardan kapanmaya başladığının farkındaydım. İç çektim ve başımı koltuktan kaldırmadan Brandon’a döndürdüm.
“Gerçekten kötü bir yol arkadaşıyım değil mi?” Brandon bir anlık bakışlarını bana çevirdi dudakları tek taraflı kıvrıldı ardından tekrar yola dönerek başını salladı olumlu anlamda.
“Bir dahaki mola yerinde bana bir kahve alsan iyi olacak yoksa bu yolculukta beni uyanık göremeyeceksin.” Sözlerime karşılık o kadar içten bir kahkaha attı ki bende gülümsedim.
“Bir dahaki mola yerimiz ev olacak ve uykunu almış olduğunu düşünerek seni uyutmayacağım…” dediğinde gözlerimi açtım ve başımı kaldırıp yerimde kımıldanıp Brandon’a döndüm. Henüz aramızda karar verilmemiş bir konu vardı.
“Brandon, gerçekten ciddi olarak konuşmamız gerek bir konu var.” Brandon’ın arabanını hızını düşürüp bana baktı başını sallayıp bakışlarını yola çevirirken konuştu.
“Ne hakkında ciddi olarak konuşacağız?”
Konuya nereden girmem gerektiğini bilmiyordum. Bunun için bir süre sustum, ama bu suskunluğum konuya gireceğim yere karar vermemde pek bir faydası olmadı. Brandon’a karşı da kelime oyunları yaparak bu konuda konuşmak istemiyordum. Gerçi tepki vereceğinden emindim ama… Derin bir nefes aldım ve bir anda Brandon’a bakmadan önümüzdeki yola bakarak konuşmaya başladım.
“Bebek konusu. Ben hala bunun için erken olduğunu düşünüyorum. Bence korunmalıyız ve kendimizi tekrardan ebeveyn olmaya hazır hissettiğimizde bunu denemeliyiz. Eğer sen ben korunmak istemiyorum dersen ben korunayım.”
“Ben kendimi baba olmaya yeterince hazır hissediyorum ve korunmak gibi bir niyetim yok ve senin de korunmanı istemiyorum. Ashley tekrardan bir çocuk sahibi olma şansımız varken niye bunu erteleyelim ki? Tamam, biliyorum çok ağır bir şey atlattın ama bunu sadece sen yaşamadın. O kız benimde kızımdı. Neler hissettiğimi hiç bilmiyorsun? Ne kadar yıkıldığımı…”
Sözlerinin devamını getirmedi. Konuşmaya başlamasından itibaren bakışlarımı ona çevirmiş şaşkın bir şekilde bakıyordum. Bu şekilde konuşacağını hiç düşünmemiştim. Aslında düşüncelerini bu kadar net ve sert bir şekilde dile getireceğini tahmin etmemiştim. İç çektim cevap veremedim.
“Ashley, bak… Bazen senin de haklı olduğunu düşünüyorum ama hep bir tereddütle yaşayamazsın. Şimdi olmadı ya on yıl sonra… Bir daha hiç çocuk sahibi olmayacağımız bir an geldiğinde… O zaman ne diyeceksin? Gelecek ne getirir bilemeyiz ve elimizde bu imkan varken… İkimizde genç ve sağlıklıyken neden tekrar denemeyelim. Biliyorum yaşadıklarımız zordu. Ama…”
Cümlesini tekrardan yarım bıraktı ve arabayı kenara çekip durdurdu. Derin bir nefes alıp bana baktı. Sözlerinde ne kadar haklı olduğunun farkında olduğumdan başımı önüme eğip sadece dinlemiştim. Ama Brandon arabayı durdurup elini ellerimin üzerine koyunca başımı kaldırıp her an akmaya hazır gözyaşlarıyla bulanık görüşümle Brandon’a baktım. Bir elini ona bakmamla yanağıma koyup başparmağını dudaklarımın üzerinde gezdirdi. Zorla dudaklarımı kıvırmaya çalıştım ama beceremedim.
“Neden bu acıyı onun yerini dolduracak şekilde atlatmaya çalışmıyoruz? Seni tanıyorum Ashley, şimdi istemiyorsun ama kazara bile olsa hamile kaldığında buna nasıl sevineceğini biliyorum. Bebeğimizi kollarımıza aldığımızda kaybettiğimiz kızımızın acısı ile yaşamayı öğrenip ona duyduğumuz hasreti kollarımızdakiyle giderecekken neden erteliyorsun da kalbindeki yaranın iyileşmesine izin vermiyorsun?”
Gözlerimin içine bakıyordu ve daha önce Brandon’dan hiç böyle bir konuşma duymadığım için üzerimdeki şaşkınlığı attığımda başımı Brandon’ın yanağımdaki eline doğru eğdim hafifçe ve bu sefer gözlerime ulaşabilecek bir şekilde gülümsedim. Brandon’da bunun üzerine gülümsedi bana.
“Tamam, korunmak yok, ama özelikle de hamile kalmam için çalışmakta yok. Sadece… Tamam Brandon haklısın. Korunmak yok ve…” dediğimde Brandon sözlerimi kesti ve sırıtarak konuştu.
“Özellikle hamile kalmanı sağlamak için çalışmakta yok!”
Sözlerine kahkahalarla gülerken başımı önüme eğdim ve ellerimin üzerindeki elini ellerimin arasına aldım. Brandon’ın dudaklarını saçlarımda hissettiğimde gülümseyerek başımı kaldırdığımda göz kırptı ve elini yanağımdan çekip arabayı yola soktu ve ilerlemeye devam etti.
Yol boyunca önemsiz şeylerden konuştuk. Ama çoğunlukla Brandon, Charles ve Lisa’nin oğlu küçük Derek’i anlattı bana. Amacını anlamıştım aslında ama o kadar heyecanlı anlatıyordu ki kendimi bir an için kendi çocuğuyla nasıl ilgilenirdi diye düşünmeden edemedim. Onun kollarında küçük bir çocuk ve bir parkta hayal ettiğimde izlemeye hiç doyamayacağım bir manzara olacağını düşündüm.
Bir buçuk saatlik yolun sonunda eve geldik. Evin ışıkları yanıyordu sanırım Brandon geleceğimizi haber vermişti. Brandon direk garaja girip arabayı park ettikten sonra indik. Birden soğuk hava yüzüme çarpında titrediğimi hissettim. Hava ciddi anlamda dondurucuydu.
Brandon arabadan çantamızı aldığında yanıma geldi ve kolunu omzuma atarak kendine doğru çekti. Ona iyice yaklaşarak bahçede yürüdük. Aslında yollarda karlar vardı ve onlarda ayak izimizi bırakarak yürüyor ve ağaç dallarındaki buzlaşmış salkımlara bakıyordum. Çok güzel görünüyordu ama bu soğuk olduğu gerçeğiyle titretiyordu.
Kapıya geldiğimizde daha zile basmadan kapı açıldı. Çalışanlardan biri hemen gülümseyerek hoş geldiniz dedikten sonra bize hazırlanan odaya yönlendirdi. Yemek de hazırlanmıştı ve yemek odasında hazır bir şekilde bekliyordu. Brandon, ikimizin de sıcak bir banyodan sonra yemeğe ihtiyacımız olduğunu söylediğinde hizmetli kadın tebessümle başını salladı.
Odaya girdiğimizde ben hemen üzerimden montumu çıkardım ve banyoya yöneldim. Brandon’ın arkamdan güldüğünü duydum ama umursamadım. Şuanda beni ısıtacak tek şeyin sıcak su olduğunun farkındaydım. Aslında teknik olarak Brandon’ın çıplak bedeni de beni ısıtmaya yeterdi ama şimdilik buna zaman vardı.
“Ashley jakuziyi doldur bende yanına geleceğim.” Brandon’ın sesini duyduğumda sırıttım. Bu adamın bazen düşüncelerimi okuduğunu düşünüyordum.
Jakuziyi açıp içine sıcak suyun dolmasını izlerken bir yandan da soyunuyordum. Sıcak su ve Brandon ikilisi şimdiden ısınmaya başlamama neden olmuştu.
Üzerimdekileri çıkarıp suya girdiğimde Brandon banyoya girdi. Gülümsüyordu ve üzerindeki gömleğin düğmelerini açmaya başladı. Yüzümdeki sırıtmaya engel olamadan soyunmasını izledim. Üzerindekilerin hepsini çıkardığında yanıma gelip suya girdi. Biraz öne doğru geldim ve Brandon arkama yerleşip beni bacaklarının arasına aldı. Sırtımı onun göğsüne dayarken başımı da omzuna dayadım ve Brandon’ın belime doladığı kollarının üzerine ellerimi koydum ve sıcak suyun keyfini çıkarmaya çalıştım.
Brandon bir süre sessizce ve kımıldamadan oturdu ama daha sonra yaramaz çocuk misali yerinde kıpırdanmaya başladı. Başımı çevirip baktığımda dudaklarını dudaklarıma değdirdi. Oyun oynarcasına küçük dokunuşlar halinde öpücükler bırakıyordu. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda kıkırdadı ve öpmeye başladı. Beni kendine çevirdi ve bacaklarımı beline dolamamı sağladı. Dudaklarımızı ayırdığında dudaklarını boynuma doğru gezdirerek indirdi.
Küçük oynaşmalar, okşamalar ve ateşli öpüşmeler eşliğinde jakuzinin keyfini çıkardık uzunca bir süre ardından tenlerimiz buruşmaya başlayınca sudan çıkmaya karar verdik.
Odaya gidip üzerimize kalın eşofman ve kalın bir tişört giydikten sonra aşağıya yemek odasına gittik. İki kişilik güzel bir masa hazırlanmıştı. Tok bir insanın bile iştahını kabartırdı bu masa.
Brandon’da benim kadar aç olduğundan ikimizde yemek boyunca sadece önümüzdeki yemeklerle ilgilendik. Tabaklarımız neredeyse hiç boş kalmıyordu. Boşaldığı anda hizmetliler yenilerini koyuyordu. Artık yiyemeyeceğimi hissediyordum. Normalde yediğimden daha fazlasını yemiştim. Brandon’a baktığımda arkasına yaslanmış bana gülümseyerek bakıyordu. Gülümsedim ve mendille ağzımı silip tabağın kenarına koydum.
“Küçük salondaki şömineyi yakabilir misiniz?” diye sordu Brandon birden.
“Yakıldı efendim. Geleceğinizi sizden önce Bay Rosewood söyledi ve evin her odasını kullanabileceğiniz için küçük salondaki şöminenin yakılmasını istedi.”
Brandon yerinden kalktı ve elini bana uzattı. Elimi eline koyarak yerimden kalktım. Bir an için kendimi eski dönemlerde hissetmiştim. Gülümsedim ve elimi elinden çekip koluna girdim.
“Bir şişe şarap ve yanında da biraz atıştırmalık bir şeyler hazırlayıp getirir misiniz?”
“Evet, Bay Veldone hemen hazırlatıyorum.”
Kâhyanın sözünden sonra Brandon beni yemek odasından çıkarıp küçük salona doğru götürdü. Yüzünde gülümseme gözlerinde garip bir parıltı vardı. Ne gibi planları vardı bilmiyorum ama şuanda şu dakikada bir şeyler planladığı ve onları uygulamaya başladığı değişmez bir gerçekti.
Brandon ile beraber küçük salona girdiğimizde buraya daha önce hiç girmediğimi fark ettim. Tamamen eski dönemi çağrıştıracak şekilde döşeliydi. Bir hayal dünyası gibiydi. Eskitme koltuk takımı, koltukların arasında oymalı sehpalar ve pirinç oymalı arkalıkları olan sandalyeler… Yerdeki halının da el işlemesi olduğu belli oluyordu. Buna basmaya bile kıyamazdım. Üzerindeki deseni kuyruğu açık tavus kuşu gibiydi. Penceredeki perdeler bile eskitmeydi. Duvarlar boya ile taştan yapılmış havası verilmişti.
“Büyülenmiş gibisin?” fedi Brandon odayı incelemeyi bırakıp ona baktım. Gülümseyerek başımı salladım.
“Hayal gibi…” Brandon kollarını belime dolayıp kendine çekti beni. Boynuma öpücükler bırakırken konuşmaya başladı.
“Birkaç dakika bu hayalin içinde kal. Birkaç eşya alıp geliyorum. Burada hayal gibi bir gece geçireceğiz… Sadece beni bekle…”
Cevap veremedim sadece başımı salladım. Ardından Brandon’ın sıcaklığının kaybolduğunu hissettim. Etrafımda dönüp bakındığımda Brandon’ın çoktan gitmiş olduğunu fark ettim. Yavaşça şöminenin önüne yürüdüm ve şöminenin rafındaki resimlere baktım. Resimlerin hepsi siyah beyazdı ve Lucy, Charles ve Brandon’ın portre halindeki resimleri vardı. Ailenin üç genci…
Başımı çevirip odaya bakındığımda tam şöminenin karşısındaki duvarda bir aile ağacı havası verilmiş çerçeveler gördüm. Oraya doğru ilerlemeye başladım ve duvara biraz mesafem kaldığında durdum ve bakındım. En üstte tanımadığım bir kadın ve adam vardı, ama sanırım Brandon’ın büyük anne ve büyük babasıydı çünkü altında Brandon’ın annesi ve babasının resmi vardı ve onların hizasında da Betie ve George’un resimleri. Betie ve George’un resimlerinin altında Lucy ve Charles’ın resmi vardı. Charles’ın resminin yanına Lisa’nin resmi yerleştirilmişti ve onların resimlerinin altında ise küçük Derek’in bir resmi vardı. Brandon’ın anne babasının resminin altında ise Brandon’ın resmi vardı ve onun yanında ne zaman çekildiğini bile bilmediğim benim siyah beyaz bir resmim vardı. İkimizin resimlerinin altındaki çerçeve ise boştu. Gözlerim o çerçevede takılı kaldı…
Belimde hissettiğim kollarla sıçradım ve başımı çevirip baktığımda Brandon’ı gördüm. Gülümsedi ve duvardaki bu aile ağacını açıklamaya koyuldu.
“Bu George’un fikriydi. Odayı bu şekilde döşetmek annemin fikri ve duvarların boş kalmasını sağlayıp bu aile ağacını yapma fikri de George’un fikri. Tamamen nostalji odası anlamında hazırlandı bu oda. Ve buraya bütün resimleri George kendisi yerleştirir. Kimsenin haberi olmadan çekilen resimlerle…”
Brandon açıklamasını bitirince iç çektim ve elimle bizim resimlerimizin altındaki boş çerçeveyi gösterim. Onunda derin bir nefes aldığını duydum.
“Bu niye boş? Neden orada?”
“Senin doğum yaptığını duyduğunda hazırlamış, ama bebek ölünce onu oradan çıkarmadı. Sanırım o çerçevenin dolmasını sadece ben değil herkes istiyor.” Brandon’ın sözlerinden sonra başımı omzuna yasladım ve gözlerimde o çerçevenin dolu olmasını hayal ettim.
“O zaman o çerçeveyi dolduralım Brandon… Zamanı geldiğinde…”
“Eninde sonunda dolacaktır Ashley. Sonucunda ikimizde bir çocuk istiyoruz değil mi? Şimdi ya da sonra… Önemli olan istiyor olmamız. Hadi gel… Şöminenin önünde güzel bir gece… Sen ve ben romantik bir gece… Ne dersin? Seninle hiç böyle bir gece geçirmemiştik. Yanılıyor muyum?”
“Hayır geçirmemiştik. Bu ilk olacak…”
Brandon’ın eli belimde şömineye yaklaştık ve Brandon ne zaman geldiğini fark etmediğim şarap şişesini açtı ve kadehlere doldurdu. Kadehler elinde şöminenin önündeki büyük minderlerden birinin üzerine oturdu ve beni de yanına çağırdı. Gülümseyerek yanına gittim ve elinden kadehimi aldım otururken. Brandon’a iyice sokuldum ve romantik anımızın tadını çıkarmaya çalışmaya başlamıştım ki Brandon yerinde kıpırdandı. Baktığımda kaşları çatıktı.
“Ne oldu?” diye sordum merakla.
“Ne eksik diye düşünüyordum. Normalde arka fonda romantik bir müzik çalmalı… Şöyle hafiften piyano… Ne dersin?”
Brandon göz kırpıp yanımdan kalkarken güldüm heyecanlı haline. “Harika olur.”
Odanın köşesindeki gramofona bir plak yerleştirdi ve odaya inanılmaz bir yumuşaklıkta piyanonun sesi yayıldı. Sanki her an eriyecekmişim gibi hissediyordum. Kendimi o kadar gevşemiş ve huzurlu hissediyordum ki dünya yerinden oynasa, savaş çıksa, kıyamet kopsa umurumda olmazdı.
“Bu muhteşem… Bu odada her şey harika düşünülmüş… Gramofon… Muhteşem Brandon…”
Brandon sadece gülümsedi ve yanıma gelip yerine oturdu. Beni kendine daha da çok çekerek bacaklarının arasına aldı ve sırtımı Brandon’ın göğsüne dayadım. Başımı çevirip Brandon’ın omzuna yaslanırken boynuna öpücükler kondurmaya başladım. Biraz zaman geçtikten sonra ikimizde huzur içinde öylece oturduk ve şaraplarımızı yudumladık…
Şarabın etkisiyle yavaştan yavaştan sarhoş olma yolundaydım. Çok fazla içtiğimin farkındaydım ve kendimi biraz çakır keyfi hissediyordum. Brandon’ın durumunun benden daha iyi olduğuna emindim, en azından benden birazcık daha iyi…
Gözlerim artık kapanmaya başlıyordu, başımı Brandon’ın omzuna dayadım ve gevşemiş bedenimi Brandon’ın bedenine yasladım. Ama sırtımda Brandon’ın göğüs kaslarının sertleşmesini hissettim. Ardından Brandon’ın dudaklarını şakaklarımda, ellerini de bedenimde hissetmeye başladım. Yavaş okşamalarla başlayan dokunuşları daha talepkar olmaya başlamıştı. Karşı koyamayacaktım garip bir şekilde bende Brandon’ı istiyordum.
Garip bir şekilde odanın büyüsüne kapılmıştım ve kendimi hayal aleminde hissederken Brandon’ında durumunun benimle eş değer olduğunu bakışlarından ve dokunuşlarından hissediyordum. Bakışları ne kadar arzuluysa öpüşleri ve dokunuşları tezat bir şekilde masumdu.
Şöminenin önünde minderlerin yanında yarısından fazlası boşalmış bir şarap şişesi, biri dik dururken biri yan devrilmiş iki kadeh gözüme çarptı. Minderlerin üzerinde üzerimizde bir battaniye ile yatıyorduk. Brandon’ın hızlı nefesi benim nefesime karışıyordu. Brandon parmaklarını parmaklarımın arasına geçirmiş kollarımı başımın üzerine uzatmış, Brandon’ın başı omzumda dudakları boynuma değecek kadar boynuma yakın koymuş üzerimde uzanıyordu. Gramofondan gelen piyano sesi ortamı o kadar yumuşatmış, çıplak bedenlerimiz birbirine dolanmış gevşemiş bir şekilde uzanıyorduk.
Gözlerimi kapadım ve başımı şömineye doğru çevirdim. Ateşin ısısı yüzüme vururken Brandon’ın dudaklarını boynumda hissettim. Üzerimde kıpırdandı, önce parmaklarını parmaklarımdan çekerek elimi bıraktı ardından boynuma bir öpücük daha koyarak üzerimden kalkıp yanıma uzandı. Ama sanki uzak kalmaya dayanamayacakmış gibi kolunu boynumun altından geçirip diğer kolunu da belime dolayarak kendine çekti. Ona sokulmayı asla reddedemezdim şuanda… Aslında hiç etmezdim ya neyse…
“Kendini nasıl hissediyorsun?” diye mırıldandı. Nefesini ensemde hissetmiştim. İçimde bir şeylerin harekete geçtiğini hissediyordum. İç çektim. Bu adama karşı bu kadar zayıf olmak hiç hoşuma gitmiyordu ama bedenim bana ihanet ediyordu Brandon’ın yanında…
“Gevşemiş, kendinden geçmiş, huzurlu ve âşık…” diye sıraladım ki Brandon arkamdan bana iyice sokuldu ve omzuma dudaklarını değdirdi.
“Tıpkı benim gibi.” İçe çektim ve Brandon’a dönerek başımı göğsüne doğru yaslayarak gözlerimi kapattım. Brandon alnıma bir öpücük kondurduktan sonra fısıltı halindeki sesimi duydum. Ne zaman konuşmaya karar verdiğimi bile hatırlamıyordum.
“Sanırım biraz uyuyacağım...”
Brandon kollarını biraz daha sıkarak beni kendine yaklaştırdığında, “Sana eşlik edip bende biraz uyuyacağım… Seni odaya götürmemi ister misin?” diye sordu. Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerinin içi iki kor ateş gibi parlıyordu. Belki uyumak istediğimi dile getirmesem devam edecekti dokunuşlarına…
“Burada kalsak… Şuanda kımıldamak dahi istemiyorum…” Dudaklarını dudaklarıma değdirdi ve masumane bir öpücük kondurduktan sonra dudaklarımızı ayırdı. Başımı tekrardan onun göğsüne yasladım ve gözlerimi kapattım.
Hayatımda hiç böyle aşk sarhoşu olduğum bir gece geçirmemiştim. Bunda Brandon’ın mı etkisi vardı yoksa yarattığı ortamın mı bilmiyorum… Ama neyin etkisi olursa olsun hayatımda geçirdiğim en güzel geceydi.
Brandon düğünümüzü en güzel gün haline getirmişken bu geceyi de hayal gibi inanılmaz bir geceye dönüştürmüştü. Sanki her şey bir sihir gibiydi…
~~~~~~*~~~~~~
Sakin ve huzurlu bi bölümdü çok beğendim Cnm eline saglik ;)
YanıtlaSilBu arada otelde dinledikleri müziği çok güzel secmissin zaten bildigim bi müzikti ama genede telefonuma indirmeden yapamadim hem sarkiyi dinleyip hem hikayeyi okudum ikisi birlikte çok hoş oldu diyebilirim Cnm ;)
YanıtlaSilWhitney Housten şarkılarından en sevdiğimdir "I Have Nothing" ve o ana uygun göründü ;) Beğenmene çook sevindim :D sakin bölümler biraz sonra bitecek biraz atraksiyon iyi gider :D
SilBu beşinci mesajım inşallah bu defa ulaşır. Yoksa bu hafta burada yorum yapmak haram deyip bırakacağım :)
YanıtlaSilGüzel bölümdü. Lütfen şu bayan kemseng ile bizim yüreğimizi hoplatma ve lütfen please bitte hamile kalmış olsun Ashley 😊
Ellerine, yüreğine, kalemine sağlık. . .
Bu seferki ulaştı :) o neden oluyor bilmiyorum bazen benimde sizlere attığım cevaplar yayınlanmıyor :(
SilOrtalıkta en azından Bayan Kemseng ile ilgili bir kıskançlık veya yürek hoplatma söz konusu değil rahat olun ama başka bir şey çıkacak ;) Bilmem hamile kalmış mıdır? Brandon bol bol tohum ekti ama bilemedim şimcik ;)
Teşekkürler canım benim yorumun için :)
blogunuzu yeni keşfettim. sizi takibe aldım bana da muhakkak beklerim http://ciziyorumdikiyorum.blogspot.com.tr/
YanıtlaSil